Hayat Uzaydan mı Geldi?
Stratosferde bulunan, titanyumdan yapılma bir kürenin, yaşamın kaynağını açıklayan panspermia teorisini desteklediği ve Dünya’ya uzaylılar tarafından gönderilmiş olabileceği ileri sürüldü. İnsan yapımı olmadığı belirtilen mikroskobik metal kürenin ilk görüntüleri yayınlandı. Titanyumdan yapılma bu kürenin dışında ve içinde rastlanan organik madde, hayatın kaynağını açıklayan panspermia teorisini destekler yönde. Buckingham Üniversitesi Astrobiyoloji Merkezi‘nden Professor Milton Wainwright ve ekibi, yaptıkları açıklamada stratosferde 27 km yükseklikte aldıkları hava örneğin içerisinde saç teli kalınlığında çapı olan titanyum bir küre bulduklarını, kürenin organik bir madde içerdiği ve bu madde ile kaplı olduğunu belirtip, “işte uzaylı tohumu!” dediler.
Ekibin ilk açıklamasında altını çizdiği ve bu yeni açıkladıkları görsel ile desteklediği kuram, bu ve benzer kürelerin dünyayı devamlı olarak genetik materyal ile besleyerek, hayatın oluşması için uygun ortam yarattığı şeklinde. Yani uzaylı yapımı olan bu küreciklerden stratosferde daha çok sayıda var ve milyonlarca yıldır gezegenimizi ‘tohumluyor’lar.
Panspermia Teorisi Nedir?
Dünyadaki hayatın kaynağını açıklayan teorilerden birisi olan panspermia teorisi dünyada yaşamın kendiliğinden oluşmadığı bunun yerine dünya dışından bir kaynağı olduğunu iddia eder. Bu teori, dünyaki yaşamın uzaydan köken aldığını diğer gezegenler ya da uzayda başlayan yaşamın tohum veya sporlar aracılığıyla dünyaya ulaşarak buradaki yaşamın kökenini oluşturduğunu savunur. Dünya üzerindeki hayatın Evren’de dağılmış halde bulunan tohumlardan köken aldığını ileri süren ilk düşünür Anaksagoras’tır. On sekizinci yüzyıl filozofu de Maillet, dünya üzerindeki hayatın kaynağını oluşturan tohumların Evren’in dört bir yanına dağılmış halde bulunduğunu ve dünya üzerindeki canlıların yeryüzünü kaplayan ilkel bir okyanusta bulunan tohumlardan meydana geldiğini savunmuştur. İsveçli kimyacı Berzelius 1806’da Fransa’nın Alais bölgesine düşen bir meteoridi incelemiş ve bu meteorit üzerinde topraktaki humusta bulunan kompleks organik bileşiklere benzer bileşiklerin varlığını tespit ederek dünya üzerindeki yaşamın uzaydan gelmiş olabileceğini söylemiştir. Panspermia teorisini bilimsel olarak ilk savunan bilim adamı Hermann Richter’dir. Richter’e göre, Evren’de bulunan bazı gezegenlerde hayat ortaya çıkmış ve bu gezegenlerdeki canlıların tohumları ya da sporları meteorlar aracılığıyla dünyaya ulaşmıştır. Bu şekilde dünyaya ulaşmış tek bir organizmanın bile bütün evrim sürecinin başlangıç noktası olabileceğini iddia eden Richter, kozmozoa adıyla bilinen bu teorisiyle yaşamın kökenini doğaüstü güçlere başvurmadan açıklamaya çalışmıştır.
Dünyadaki yaşamın uzaydan kaynaklandığını savunan diğer bir bilim adamı da William Thomson’dır. Thomson, İngiliz Bilimsel İlerleme Derneği’nin 1871 yılında Edinburg’da düzenlediği toplantıdan sonra yayınladığı raporda, yaşamın uzayda ortaya çıktığını öne sürerek panspermia teorisini savunmuştur. Thomson’a göre Evren’deki bazı gezegenlerde yaşam ortaya çıkmış bu gezegenlere çarpan meteor ya da kuyruklu yıldızlar sebebiyle bazı parçalar, üzerlerindeki canlı organizmalarla birlikte uzaya savrulmuştur. Savrulan bu parçaların dünyaya düşmesiyle de, zaten canlılık için elverişli koşullara sahip olan yeryüzünde yaşam ortaya çıkmıştır. Thomson raporunda, dünya üzerindeki yaşamın ortaya çıkmasını tamamen doğal bir süreç olarak tanımlarken, dünya üzerindeki yaşamın gelişimini Yaratıcı bir güçle ilişkilendirir. Thomson, evrim teorine karşı çıkmış ve türlerin iyiliksever ve zeki bir tasarımcı tarafından tasarlandığını savunmuştur. Thomson’un savunduğu bu panspermia çeşidi lithopanspermia olarak bilinir. James Watson ile birlikte, DNA’nın ikili sarmal yapısını keşfeden Francis Crick ile RNA Dünyası Hipotezi ile adından söz ettiren L. E. Orgel bir panspermia teorisi ortaya atmışlardır. İkilinin “Yönlendirilmiş Panspermia” adını verdikleri bu teoriye göre, dünya üzerindeki yaşam, diğer galaksilerde yaşayan zeki varlıklar tarafından, bilinçli olarak dünya’ya bulaştırılmıştı. Crik ve Orgel’e göre, Evren’in herhangi bir yerinde ileri teknolojiye sahip topluluklar içinde dünyadaki yaşamın kökenini oluşturan mikroorganizmalar bulunan bir uzay aracını dünyaya göndermişlerdir. Bu uzay aracından dünyaya bulaşan ilk canlılardan, zamanla bugünkü biyoçeşitlilik ortaya çıkmıştır.
1980’lerin başlarında bu teori F. Hoyle ve N. C. Wickramasinghe’nin çalışmalarıyla yeniden popüler hale gelmiştir. Özellikle uzayda bulunan kozmik tozun yapısı ve bileşimi üzerinde çalışmalar yapan Hoyle ve Wickramasinghe, kozmik toz partiküllerinde hidrojen, oksijen, karbon, azot, silisyum, demir ve H2O gibi yaşam için gerekli olan inorganik maddelerin yanı sıra, polisakkarit ve porfirin benzeri organik moleküllerin de bulunduğunu tespit etmişlerdir. Daha sonra bu kozmik tozun kızılötesi ve ultraviyole özelliklerini inceleyen Hoyle ve Wickramasinghe, yıldızlar arası tozun yapısında donmuş bakterilere büyük oranda benzerlik gösteren içi boş organik partiküllere rastlamışlardır. Bu buluşlarından yola çıkan Hoyle ve Wickramasinghe, yaşamın kozmik tozdan köken aldığını buradan uzaya yayılan yaşam tohumlarının, dünyaya dört milyar yıl önce çarpan bir kuyruklu yıldız ile taşındığını savunmuşlardır. Hoyle ve Wickramasinghe daha da ileri giderek, “Diseases from Space” adlı eserlerinde, insanlık tarihinde aniden ortaya çıkan ve büyük can kayıplarına sebep olan salgınları meydana getiren virüs ve bakterilerin dünyamıza uzaydan bulaştığını iddia etmişlerdir. Bu iki bilim adamı yayınladıkları “Evolution from Space” adlı eserlerinde, kozmik bir yaratılış teorisi ileri sürmüşlerdir. Buna göre Evren’de biyokimyasalları tasarlayan ve karbon kökenli yaşama başlangıç veren bir zeka olmalıdır. Hoyle ve Wickramasinghe’ye göre bu zeka, Kutsal Kitap’ta anlatılan Tanrı değil, Evren’in içinde, ona içkin bir zekadır.
Son Yorumlar