Tapınakların Kökeni Uzay Gemileri mi?
‘Tanrıların Arabaları’ fikri batıda ortaya atılmadan çok önceleri Sovyet bilimcileri tarafından tartışılmış, görüşülmüş üzerinde düşünülmüştü. Byelorussian Bilimler Akademisi’nden Fizyoloji Doktoru Vyacheslav Zaitsev linguistik, mimari, arkeolojik bilgilerine dayanarak, evrenin başka kısımlarından tekâmül etmiş varlıkların dünyamızı ziyarete geldiklerini bildirmiştir. Bu ziyaretlerden birine Zaitsev’in kendisi de 1964 yılında Leningrad’dan Moskova’ya yolcu arkadaşlarıyla birlikte uçarken de şahit olmuştu: Hep birlikte çaytabağına benzer bir objeyi içinde bulundukları uçağın gidiş istikametine paralel bir yolda birkaç dakika uçtuğunu ve sonra anî bir sapmayla gözden kaybolup, gittiğini izlemişlerdir.
Geçmişte bu tür araçlardan ne gibi varlıklar çıkmıştı? Zaitsev’in belirttiğine göre bunlar eski lejandlardaki ulu kişiler ve keza dünya medeniyetlerinin dinî liderleridir. ‘Kozmonot Jesus Christ’, Zaitsev’în İsa’nın hayli ileri medeniyetlerden dünyaya görevli olarak geldiğini anlatan makalelerde kullanılmasını önerdiği bir başlıktır. Konuya bu açıdan bakılırsa, ‘Tanrı’nın dünyaya gelişi, Zaitsev’e göre, tarihî olaylar kadar gerçek olan hakiki kozmik bir olaydır.
Yazar bu bakış açısından, katedrallerin sivri kulelerini de yıldızlara doğru yönelmiş ateşlenmeye hazır roketlere benzetmektedir. Uzay roketçiliğinin ve uzay yolculuğunun prensiplerini ilk ortaya atan bilimadamı Konstantin Tsiolkovsky’nin talebesi Nikolai Rynin birçok toplumların mitolojilerinde dış uzaydan varlıkların dünyayı ziyaret ettiklerinden bahsedildiğini söylerdi. Bu fikir 1959’da başka bir Sovyet bilmcisi Modest Agrest’in çalışmalarıyla ciddi bir bilimsel hipotez halini almıştı. Sovyet Bilimler Akademisi üyelerinden Iosif Shklovsky bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyordu: «Agrest cesaretle belirtmektedir ki, pekçok şaşırtıcı (İncil’de geçen) dinsel olay başka gezegenlerden dünyamıza gelen astronotlarla ilgili bulunmaktadır… Buna benzer bir hipotez 1962 de ünlü Amerikan Astrofizikçi Carl Sagan tarafından ortaya atılmıştır. Tabiiki ne Agrest’in hipotezinin ne de Carl Sagan’in buna dayanarak ortaya koyduklarının bu günkü bilim tarafından desteklenen bir yanı bulunmamaktadır. Bununla birlikte, konu yine de gayrı-ilmî ve saçma olarak bir tarafa atılmamalıdır…» Brahman tapınakları ile Vimanalar arasındaki ilişki olduğunu savunan Nikolai Brunov Hz.İsa’nın uzayın derinliklerinden geldiğini ve yüksek seviyedeki bir uygarlığın temsilcisi olduğunu söylüyordu. Hatta daha da ileri giderek “Kozmonot İsa” sıfatını kullanmaktan çekinmemişti. İsa peygamberin doğumu sırasında gökyüzünde beliren Beytlehem Yıldızı’nın ise bir uzay gemisinden başka bir şey olamayacağı inancındaydı. Profesör Agrest ise, dünyanın milyonlarca yıldır uzaylılar tarafından ziyaret edildiğini ve İncil’deki mucize adı verilen olayların bu ziyaretler sonunda gerçekleştiğini belirtiyordu. Dr. Josif Skhlovky ise bir kitabında Dünya’ya ilk kez yirmi bin yıl önce bir uzay aracının indiğinden bahsederken; Pegasus Takımyıdlızı’ndan gelen radyo dalgalarının zeki kaynaklı olduğunu da öne sürmüştür.
Bizim gezegenimizin ilkel insanlarına çeşitli tabiatüstü güçlere sahip kozmik ziyaretçiler kutsal birer varlık, tapınılacak tanrı olarak görünmüşlerdir, daha doğrusu insanlar onları bu şekilde değerlendirmişlerdir. Eğer bu tanrıların bir makineden (yani uzay gemisinden) çıktıklarını farzedersek kültlerde ve bütün dinlerde neden bu kadar biribirine benzer mabetlerin inşa edilmiş olduklarını tahmin edebiliriz. Makine ya da roket, tanrıların kendi yaşama şartlarına elverişli olmayan dünya gezegeni üzerindeki barınakları olmaktaydı. Bu tanrıların imajlarıdır ki mabetleri süsleyen küçük figür ve resimlerde asırlarca tekrarlanmıştır. Farzedelim ki uzaydan içinde tanrılarıyla birlikte bir makine yere indi ve tekrar havalandı gitti. Acaba bütün mabetlerin dış görünüşlerinden içindeki eşyalara ve süslemelere kadar hep gökyüzüne doğru yapılmalarının sebebi bu mudur?
Kutsal kitap Apokripa’da belirtildiğine göre göğe çıkan Davud’a melekler tarafından sonradan Kudüs Mabedinin arşetipi olacak olan ‘kilise imajı’ gösterilmişti. Dünyaya döndüğünde oğlu Solomon’a kendi tahayyülünde bulunan rabbin (Lord) evini yeryüzüne dikmesiniemretmişti. Meşhur Kudüs Mabedinin M.Ö. 10. yüzyılda mimari planının bu şekilde ortaya çıkmış olduğu bilinir. Burada hemen bir soru gelir akıllara: Belkide ‘kilise imajı’ uzay gemisinin imajıydı? Beikide o zamanın insanlarından birkaçı uzay gemisine binmeye astronotlar tarafından ikna edildi. Bu şekilde tanrının oturduğu yeri görmüş oldular.
Solomon’un mabedinin orijini hakkındaki Yahudi lejandmın bu şekilde bir yoruma tâbi tutulması diğer metinlerinde ışığı altında daha inanılır bir hal alacaktır. Keza Hindular da mâbedlerinin başka dünyalara benzer şekilde inşa edilmiş olduğuna inanmaktadırlar. Burada da plan dünya insanına rahiplere ilham kaynağı olan bir ulu kişi tarafından verilmiştir. «Şimdiye kadar yeni Brahman rahiplerinin mâbedleri yeterince tetkik edilmemiştir.» şeklinde yazıyordu Essays on the History of Architecture’ adlı eserinde Sovyet araştırmacısı Nikolai Brunov. «Mimarlar kaydedilmemiş hikâyelerin muhafızlarıdır. Brahman mimarisinin anıtlarının bilimsel bir şekilde etüdü çok geniş ve yeni yorumlar getirecektir.» demiştir. ‘Essays on the History of Architecture’ 1937 de yayınlanmıştı. Uzay uçuşlarının gerçeklik kazandığı şu günlerde Hind lejandlarının üzerine yeni bir ışık düşmüş bulunmaktadır. ‘Ramayana’da iki katlı bir çok odaları ve pencereleri bulunan gök arabalarından bahsedilir. Onlar ateşlenmeleri sırasında ‘aslan gibi kükrerlerdi’. ‘Tek tonda bir ses’ ve ‘arkalarından kızıl alevler çıkarırlardı’. Gökyüzünde yolaldıkça ‘küçük bir kuyruklu yıldız gibi görünürdü çok uzaklardan’.
‘Mahabarata’ isimli diğer bir kaynağa göre, o ‘kanatlı şimşek tarafından harekete konuluyordu’. Bir Sanskrit Kitabı olan ‘Samarangna Sutradhara’da ise Veda kitaplarının VİMANA olarak adlandırdıkları uçan makinelerden 230 şiir kıtasında tasviri geçmektedir. Bir Sanskrit el yazmasında da ‘o, göğün içine doğru emilen bir gemiydi’ şeklinde kayıt bulunmaktadır. Aslında o gerek güneş sistemi içinde gerekse yıldızlar arası ortamda uçabiliyordu. Bu kaynaklarda Yahudi ve Hıristiyanlarınkilere nazaran daha açık seçik bilgi bulunmaktadır. Fakat bu göksel araba dini binalara mı model olma vazifesi görmüştür? Ortaçağ Hindistanı’nda, Brahmanizm tekrar geri geldiğinde (zira M.Ö. 3. cü Y.Y.’dan beri Budizm tarafından bir kenara itilmişti) tekerlekli platformlar üzerinde mâbedler yapılmaya başlandı.Yukarıda adı geçen ‘Essays’ kitabında Brunov Brahmanların kuleye benzer mâbedleriyle kutsal arabalar (vimanalar) arasındaki benzerlikler bol bol gösterimiştir.
Bu benzerlikler nerelere kadar uzatılabilir? Başka bir gezegenden gelmiş o tuhaf makinaların görünüşleri hakkında bir bilgimiz bulunmadığına göre, bu soru anlamsız gelebilir. Fakat bugünkü astronotik fikirler onların iki ana kısımdan oluşmuş olabilecekleri akıllara getirmektedir. Ana kısım evrenin havasız ortamı içindeki yıldızlara arası mesafeler içinde; ikinci ve daha küçük kısım ise bir gezegenin, örneğin dünyanın atmosferi içinde uçabilmek, için olabilir. Uzaygemisi uzaya, astronotlarının malzemesini kendi dünyalarından temin ettikleri çok bölmeli (kademeli) roketle fırlatılabilir. Bazı kısımlarıyîa yakıtı dünya malzemesinden ve dünya insanının da yardımıyla ‘semalarda sakin oturanlar’ (uzaylılar) tarafından imal edilebilir. Bu bakımdan bizlerin ataları hiç bir zaman unutamayacakları bir veya birçok gözlemde bulunmuş olabilirler: Önce kocaman çok tekerlekli, yuvarlak ya da üstü kubbeli bir mâbed gözlerinin önünde hareket etmeye başlıyor. Altından alevler ve gök gürültülerini andıran sesler ve biraz sonra göklere doğru bu koca mâbed yükselmeye başlıyor… Böylece atalarımızın atalarının nesilden nesile günümüze kadar aktarabildikleri bütün gördüklerinin ortak özelliği olan kuleye benzer yapılar, yukarılara doğru gitgide incelen şekiller. Belkide bütün kutsal heykellerin bu majik özelliklere sahiboluşunun nedeni budur…
Hiç şüphesiz, mimari tradisyonda formlar inşaat tekniklerinin seviyeleri ve daha birçok faktör tarafından etkilenmiştir. Buna rağmen eski mâbedler daima göğe doğru yükselen unsurlar ihtiva etmişlerdir. Hatta Hindistan’ın mağara mabedlerinde bile insanlar ‘stupa’lar olarak bilinen ufak taş kuleler Vostok uzay gemilerine çok benzerler. Stupalar silindirik ve prizmatik zemin üzerinde katı küreler şeklinde yerde inşa edilmiştir. Böyle bir stupanın yuvarlak çatısında tanrının oturmasına mahsus kübik bir bölme bulunurdu. Bu kübik bölmenin (tanrının evi) çatısı sivri bir dam şeklindeydi. Sonradan Hristiyanlar da kiliselerinin çatılarına sivri uçlu kuleler yapmışlarlardır. Uzun lâfın kısası, Hindlilerin Stupaları ve Hiristiyan ülkelerindeki ibadet yerleri hipotetik uzaygemilerini daima hatırlatır. Bu benzetmeleri biraz daha uzatırsak, hatasız benzerlikleri eski Mısır Pramitlerinde tepeleri kesilmiş Hind Brahmanlarının pagodalarında (kule şeklinde çok katlı mâbed) bulabiliriz. Yavaş yavaş inşa teknikleri ilerledikçe, bu yuvarlak tepeler daha da büyüyerek genişledi, gerçek kubbelere dönüştü. Bununla birlikte kubbe mimarisinin altın devri İstanbul’da M.S. altıncı yüzyılda Ayasofya’nın kubbesiyle başlar. Burada Hindistan’ın açık etkisini görmek mümkündür. M.Ö. üçüncü yüzyılda yaşamış olan Kral Ashoke Budist misyonerlerini Doğuda Çin’e, Batıda Anadolu’ya hatta Avrupa’ya kadar göndermişti. Bu, bizi Hıristiyanlığın dini mimarisinin kökenlerine kadar götürür.
M.S. dördüncü yüzyılda Hiristiyanlık Bizans’ta resmî din hâlini almıştı. Bununla birlikte kilise inşaatına yeni plânlar da girdi. Birçok düşünür Hristiyan kilisesinin putperest bir arşetipi bulunduğu (Roma direkli kilisesi tipi) görüşündeydi. Plân olarak bu direkli kiliseler uzunlamasına dikdörtgen bir görünümdeydi. İlk Hristiyan kiliselerinde daha eski mimari fikirlerden alınan örnekleri görmek her zaman mümkündü. Bazıları Bizansın kilise mimarisinin orijinal olduğunu söyler. Onun esas özelliği kubbeli oluşu ve direkli kiliselere benzemeyişidir. Bu, doğrudur fakat eski Roma’da da kubbe yok mudur? M.S. ikinci yüzyılda inşa edilmiş olan Pantheon’u düşünün. Bizanslı mimarlar kubbe fikrini Hind stupalarmdan almış olabilirler. Bunların hepsi oldukça mümkün. Fakat etraftaki tüm mimari ayrıcalıklara rağmen Hıristiyanlar niçin Roma direkli kiliselerine ya da Pantheon’a benzer şekilleri tercih etmiş olsunlar?
Bazı arkeologlar ve tarihçiler uzunca bir süre Kudüs Mabedinin Hıristiyan mimarisine köken ve örnek teşkil ettiğine, ruh ve sembol olarak ona benzediğine inanma eğilimi göstermişlerdir. Başka bir deyişle, eğer Apokripa’ya inanılacaksa, o ‘kilise imajı’ndan gelmişti kozmik hafızalar tarafından harekete getirilmişti. Bizans kiliselerinin Solomon’un Mâbedi’nin kopyaları olduğunu söylemek zor. Kudüs Mabedi M.Ö. altıncı yüzyılda ilk olarak tahribe-dildi, restore edildi ve M.S. birinci yüzyılda tekrar yakılıp yıkıldı. Bu bakımdan resimlerinin hiç birisi uzun ömürlü olmadı. Fakat eski Yahudi mimarisine yabancı olmayan göğe doğru yükselen özellikler muhafaza edilegelmiştir. Yahudileri fazlaca etkilemiş olan Fenike Mimarisi’ne de yabancı değildi bu unsurlar.
Yahudi mimarisine tradisyonel olarak Kidron vadisindeki bir kümbet örnek olarak gösterilir. Bu, Kudüs yakınlarında bir yerdir. Fenike mimarisi ise klasik örneğine Amritis kümbetinde sahiptir. Bunlardan birincisinin silueti Amerikan uzay aracı Gemini’ye benzer, ikincisi de Sovyetler’in Vostok’una… Her nasılsa, direkli eski kiliseler M.Ö. ikinci yüzyılda ortaya çıkmış ve Solomon’un mabedine benzerler. Putperest sanatın Hiristiyanlığa yabancı olmasına rağmen, Hristiyanlar birtakım özel Roma modellerini kullanmışlardır zira onlar ayrılmaz surette (Hristiyanların) kaderlerinin kozmik sembolleriyle bağlantılıdır. Kendilerince ‘kozmik’ gelen ‘Romalı-olmayan’ isimleri kullanmaları bir tesadüf değildir. Zira kiliselerin şahinliği için kullanılan ‘nave” kelimesi ‘araç’ ya da ‘gemi’ anlamına gelmektedir. Böylece görülmektedirki, Budist ve Brahmanlarda olduğu gibi Hiristiyan ve Yahudiler’de de mimari birtek göksel kaynağa gider: «Göksel Mabet». Bununda dünya üzerindeki en iyi görünüşü kubbeli kiliselerle sağlanmıştır.
Dünya mimarisinin doğuş yerinin İran, Asur, Finike, Filistin’in Kuzeyi, Mezopotamya ve Mısır olduğu görüşü özel bir dikkate lâyık bir gerçektir. Sümer topraklarının bulunduğu Güney Mezopoamya, teknolojide, şehir planlamasında, matematik, astronomi gibi bilim dallarında ilk sıçrayışların yapıldığı en eski devletin yeridir. Bu gerçek Amerikan astronomu Carl Sagan’ın dikkatini çekmiştir. Kendisinin bu bölgeyle ilgili mitler üzerinde yapmış olduğu bir etüd Sümer destanlarının bu yörede yaşayan insanları çeşitli bakımlardan eğitmiş kahramanların isimleriyle dolu bulunduğunu, bunların bir kısmının Basra Körfezinden çıkıp geldiğini ortaya koymuştur. Belkide o destan kahramanları, bugün Amerikan uzay araçlarının okyanusa indikleri gibi, Basra Körfezine indikten sonra Mezopotamya topraklarına ayak basan, dış uzaydan gelen varlıklardı. Sovyet Bilimler Akademisi’nden Dr. Shklovsky, «Bu olaylar İsa’nın doğumundan 35 asır önce Sümerlerin Heridu şehri yakınlarında olmuş olabilir.» demektedir. Belki de bundan sonradır ki, beşeri hafıza Eski Hind metinlerinde geçtiği şekliyle ‘hava arbaları’nın, ve Yahudi metinlerinde geçen adıyla ‘göksel mabedin’ kayıtlarını tutmaya başladı…
Mesih fikrini kabul eden bütün büyük dinlerde kubbe, dini mimarisinin esas unsuru olarak göze çarpmaktadır. Hatta Mesih fikrine karşı çıkmış olan eski Roma ve Yunan’da bile Mesih’e ait mimari tradisyondan etkilenmeler görüldüğü kayda değer bir husustur. Örneğin, Eski Roma Pantheonunda bir kubbe vardır. Mesih fikrine bağlılık Yahudilik, Budizm ve Hristiyanlıkta bir özelliktir. Fakat bu fikir zirve noktasına Bizans Kilise Mimarisinin gelişimiyle ulaşmıştır. Eski Hristiyanlar ‘Yargı Günü’nün pek de uzak olmadığına inanmışlardı. Burada akıllara şu soru da gelebilir: Acaba Mesih fikri ‘Göklerin sakinleri’nin dünyaya yaptıkları ziyaretlerle ilgili midir? İncil’de anlatıldığı şekliyle Sodom ve Gomorrah’a geldikleri gibi mi tekrar gelecekler? Belki de onlar dünyaya birkaç defa ziyarete geldiler ve en son gelişlerinde, bir daha ki sefere ne zaman döneceklerini bildirdiler… Bunun en büyük etkileri Hıristiyan Kilise Mimarisinde görülmüştür.
Rus Ortadoks Kilisesi İstanbul Okulu’nun mirasçısıdır. Onun Bizans Mimârisi’ne getirdiği yeni unsurlardan bir taneside örneğini kremlindeki korkunç ivan çankulesinde gördüğümüz soğan biçimli kubbedir. Bundan bir süre sonra, 16.yüzyıl civarında bu özellik Müslüman İranlılar’da da görülmüş fakat bu defa Brahman Hindistanı’ndan alındığı şekliyle… Bu kubbe biçimi de Vostok uzaygemisi-nin pruva (geminin başı) kısmına çok benzemektedir. Uzay gemisi atmosfer tabakalarını geçmeden önce burun kısmı koruyucu konik bir başlık ile kaplanmıştır. Bu başlık çadır bir tavanı andırır. Bu, 16. yüzyılda taş mimari tarafından değiştirilmiş Rus Ağaç Mimarisinin bir unsurudur. Benzer şekilde Ermeni Kiliselerinin de konik tepeli kuleleri bulunmaktadır. Uzay roketleriyle doğu mabetleri arasındaki bu orijin bakımından benzerlik bir tesadüf eseri midir? Eğer gerçekten de Sümer lejandları başka gezegenlerden gelip-giden astronotların faaliyeti üzerine kurulmuş ise bütün dinler tarihi ve dünya medeniyet tarihi hakkındaki hâlen geçerlikte olan görüşlerimizi tekrardan gözden geçirmek zorunda kalacağız. Eğer dış uzaydan bir tek ziyaret bile gerçekleşmişse bizler o zaman uzaylıların ikinci gelişlerinin arefesinde bulunuyoruz demektir. Sagan bu ziyaretler arasındaki sürenin ortalama 55 asır olabileceğini tahmin etmişti. Daha ileri araştırmalar hiç şüphesiz birçok bilinmeyeni açığa çıkaracaktır.
Son Yorumlar