Paskalya Adası Moai Heykellerinin Sırrı
Eski çağlarda “Dünyanın Merkezi” olarak adlandırılan ve dünyanın en gizemli adası olarak kabul edilen Paskalya Adası (Rapa Nui), asırlardır devam eden araştırmalara rağmen gizemlerini sürdürüyor. Adanın tarihi ve barındırdığı uygarlık hakkında birçok görüş ileri sürüldü. Ancak, kıyı şeridi dev antik heykellerle kaplı adanın on bin yıl öncesine uzanan gizemli tarihi hala aydınlanmış değil.
Şili’nin 3700 kilometre batısında, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki Polinezya adalarından biri olan Paskalya Adası üç volkanın patlamasıyla oluşmuş. Üstündeki volkanik taşlardan yapılmış esrarengiz 887 dev heykel nedeniyle 1995 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.Tahitili denizcilerin 1860’lı yıllarda Rapa Nui adını verdikleri ada, Şili kıyılarından 3 bin 600 km açıkta bulunuyor. Bu özelliğiyle, dünyanın karaya en uzak noktası unvanına sahip. Paskalya bayramı arifesine denk gelen 5 Mayıs 1722 tarihinde, Hollandalı denizci Jacob Roggeveen Paskalya Adası’na ayak basan ilk Avrupalı oldu. Ada günümüzdeki adını böyle aldı. Roggeveen ve denizcileri, dev insan heykelleriyle dolu adada yaşayan yerlilerin neredeyse çıplak olduğunu gördü. Akıllarına gelen ilk şey, yüzlerce heykeli bu ilkel insanların yapmış ve kıyıya dizmesinin imkansız olduğuydu. Roggeveen şöyle yazdı: “bu taş heykeller hepimizi çok şaşırttı; çünkü bu insanların, tam 9 metre yüksekliğinde ve aynı oranlarda kalın bu heykelleri nasıl dikmiş olabileceklerini bir türlü anlayamadık.” 52 yıl sonra Kaptan James Cook güney Pasifik’te eskiden beri varolduğundan kuşkulanılan bir kıtayı ararken Paskalya Adasına da kısa bir süre uğramıştı. Cook da hayretler içindeydi: “Her türlü mekanik güce yabancı olan bu adalıların, nasıl böyle muazzam yapılar dikebildiğini ve daha sonra başları üzerine büyük silindirik taşlar yerleştirebildiğini aklımız almadı”.
Norveçli araştırmacı Thor Heyerdahl, 1950’lerde Paskalya Adası’nda Güney Amerikalı yerlilerin yaşamış olduğu görüşünü ileri sürdü. Heyerdahl, 1958 yılında yayımladığı “Aku Aku” adlı kitabında, Paskalya Adası’nın çeşitli yerlerindeki platformların üzerinde dikili bulunan 974 heykeli tek tek incelediğini yazmıştır. Ancak, adada bulunan kemikler üzerinde yapılan DNA analizleri, halkın Pasifik Okyanusu’ndaki adalardan gelen Polinezyalılara ait olduğunu gösterdi. Bir mezarda yapılan karbon testi ise adaya ilk olarak 318 yılında ayak basıldığını ortaya koydu. Adanın en önemli gizemi moai heykelleriydi. Bu heykeller, adanın çevresini yaklaşık 1.5 km aralıklarla çeviren “ahu” adındaki taş platformlara dikildi. İlk zamanlarda, adanın çevresini saran yaklaşık 250 ahu üzerinde 288 moai bulunuyordu. Ayrıca, 600 moai adanın dört bir yanına dağılmış bir halde tamamlanmadan bırakıldı. Bitirilmeden bırakılan 600 moai, Paskalya Adası’ndaki uygarlığın ne şekilde sona erdiğini gösteren önemli bir ipucu oldu.Jared Diamond’a göre, Paskalya Adası’na ilk ayak basan insanlar, asırlar sonra adanın kaynaklarını tüketme noktasına getirdi. 15. yüzyılın başından itibaren adadaki verimli topraklar ve ormanlar yok oldu, ırmaklar kurudu ve kuşlar adayı terk etti. Bu durum önce kıtlığa, ardından yamyamlığın ortaya çıkmasına sebep oldu ve halkı bir arada tutan liderler ve dini sınıf aç kalan halkın üzerindeki kontrolünü kaybetti. 17 ve 18’inci yüzyıllarda yaşanan klan savaşları nüfusu azalttı. Son olarak, Avrupalıların suçiçeği ve dizanteri getirdiği adada, halk hastalıklardan öldü, bir kısmı öldürüldü, diğerleri ise köle edildi ve uygarlık bu şekilde çöktü. Fransız antropolog Alfred Metraux’a göre, Paskalya Adası uygarlığı, 1862 ile 1870 yılları arasında tamamen ortadan kalkmıştır.
Adada bine yakın dev heykel var, ‘Moai’ olarak adlandırılan, bazıları 80 tondan ağır heykellerin asıl inşa edildikleri yer ve kimlerin inşa ettiği bilinmiyor. Yüzlerindeki gururlu ve kaygısız bir ifadeyle bos bos okyanusa bakan, uzun kulakları, güçlü çıkıntılı çeneleri, büyük başları ve kolsuz gövdeleri ile insanı etkileyen görkemli heykellerdir bunlar. Moai’lerin nasıl taşındığıyla ilgili birçok görüş ileri sürülmüştür. Paskalya Adası yerlileri ise, heykellerin sihirli güçlere sahip olduğunu ve kendi kendilerine yürüdüklerine inanırlardı. California State Üniversitesi’nden Carl Lipo ve Hawaii Üniversitesi’nde antropolog olan Terry Hunt’a göre Polinezyalılar adaya 800 sene önce, sıçanları da beraberlerinde getirerek adaya yerleşti. Sıçanlar, orman kaybını hızlandırdı, insanlar da avcısı olmayan ve hızla çoğalan kemirgenleri yemeye başladı. Avrupalılar adaya vardığında, bağışıklık sistemleri iflas etmiş olan adalılardan birkaçı hayatta kalabilmişti. Hunt ve Lipo, moai’lerin taşınmasının, bir külfet olmaktan çok spor özelliği taşıdığına inanıyor. Hunt, “Savaşmak yerine bu heykelleri taşımak için çok büyük çaba sarf ediyorlardı. Bu onlar için bir nevi futbol oynamak gibiydi” diyor.
California Üniversitesi’nden Jared Diamond’a Paskalya Adası uygarlığının sonunu aşırı nüfus, çatışmalar ve ormanlık alanın yok olması getirdi. Adaya 1600 sene öncesinden yerleşen Polinezyalılar, adadaki palmiye ağaçlarını tarım alanlarına yer açmak için kesti. Zamanla artan nüfus ve düşen toprak kalitesi, yemek için çatışmalar ile yamyamlığa kadar vardı. Avrupalılar adaya ilk kez 1722 yılında ayak bastığında, ada nüfusu neredeyse yok olmuştu. Terry Hunt’ın, “Bir Zamanlar Yürüyen Heykeller” adlı kitabının yayımlanmasının ardından, Paskalya Adası’nın yok oluşunda geleneksel düşünceyi savunan Jared Diamond itirazda bulundu. Diamond, moai’lerin dikey olarak hareket ettirilmesinin söz konusu olmadığını ve Hunt ile Lipo’nun ileri sürdüğü teorinin, geçmişte adada araştırmalar yapmış olan arkeologların bulgularıyla uyuşmadığını ifade etti.
Thor Heyerdahl, heykelleri yapanların Peru´den kaçanlar olduğunu savunurken, Rapa Nui ile İnka sanatı arasında ilişki olduğu söyler. Bazılarına göre ada, batık bir kıtanın son kalıntısıdır ya da dünyadışı bir zeka ile mitolojik bir ilişki içindedir. Paskalya Adası’ndaki tek gizem heykeller değildir. Ada yerlilerinin gizli bir güçle kaplı olduğuna inandıkları yontulmuş taş koleksiyonlar da vardır. Nesiller boyunca, bu taşlar adadaki mağaralarda saklanmıştı. Bu mağaralar yalnızca tehlike anlarında kullanılan birer sığınak olmayıp, aynı zamanda yerlilerin hazinelerini sakladıkları gizli yerlerdir. Adada yaşayan insanlar günümüzde bile deşifre edilemeyen ve Rongorongo adı verilen yazılı bir dile sahipti. Bu dilde yazılmış 26 tahta tablet bulunmaktadır ve anlamları henüz anlaşılamamıştır.
Arkeo-tarihçi Alan Malford yeni bir teori geliştirerek, dev heykelleri yapanların Güney Amerika´dan sürülen isyancıların olduklarını öne sürdü. Heykeller özür dilemek içindi ve çok uzaklardan görülmeleri için bu denli büyük yapılmışlardı. Malford şöyle diyor; “Geniş bir açıdan bakıldığında, heykeller ve üzerinde durdukları taş platformlar kusursuz oyulmuştur ve bize yapımcılarının kimlikleri hakkında ipuçları verirler. Adalıların taş işçiliğinin dayanıklılığı, özellikle Bolivya´daki Tiahuanacu ile Peru´daki Ollantaytambo´yu hemen akla getirir. Taşların kesimi ve montajı uslüp olarak aynıdır veya aynı modadır. Yani taşların birleştikleri ek yerlerine bir jilet dahi sokulamaz. Uzmanlara veya bağımsız kültür savunucularına göre bu işçilik bağımsız ve gelişmiş Paskalya insanlarına aittir. İyi ama, iki bağımsız kültür nasıl oldu da, kayaları sıcak bir bıçakla tereyağı keser gibi dilimlemeyi öğrendiler? Bir tanıma göre, ortada dünya çapında tarih öncesi kültür vardır, buna ´Atlantealılar´ denmekte veya birilerine göre Tanrılar. Adı ne olursa olsun, Bolivya´daki Tiahuanacu, anahtar kenttir; burada kalay işçiliği yapılmış ve maden cevheri değerlendirilerek bronz üretilmiş bir endüstri kültürü yaşanmıştır. Bir diğer ilginç varsayım ise, taşların hava yoluyla taşınmış olduğudur. Bunun fiziksel bir kanıtı olduğu da söyleniyor; Lübnan´daki Baalbek Tapınağı´ndaki dev taş platformun Helios adlı tanrı tarafından taşındığına inanılır. Peru, Nazca Düzlüğü´ndeki çizgi şekiller de böyledir ancak havadan görülebilirler. Daha da ilginci, yazar John Reinhard´ın gezilerinde ortaya çıkmıştır, And Dağları halkları arasında yaygın olan bir inanca göre, eskiden dağlarda yaşayan tanrılar vardı ama sonra kayboldular çünkü kendilerini kartallara ve akbabalara dönüştürebiliyorlar, yerlere göklerden bakıyorlardı. Benim araştırmalarım Tiahuanacu efendisinin başka yerlerde Viracocha veya Poseidon-Neptün adıyla bilinen “Fırtına Tanrı” olduğu yönündedir. Simgesi üç dişli çataldı ve bu simge aynen Akdeniz´de olduğu gibi Peru kıyısında Paracas´da tepelere oyulmuştur. Bana göre orjinal Nazca çizimleri Viracocha´nın işidir; çalışmalarım bunların aeronatik teknoloji kullanılarak kölelere yaptırıldığı doğrultusundadır. Bu vahşet olayının olası kanıtları “Ağlayan Tanrı Tiahuanacu” efsanesinde görülebilir. Sadece bu kuram, Nazca gizemini açıklamaya yeterli olabilir. Çizgilerin keşişim noktaları ve şekillerin yapımındaki ustalık mükemmel birer örnek olarak görülebilirler. Bunları ilkel insanların yaptığı düşünülemez. Tarihi kaynaklar M.Ö. 2.000´de bir grup kölenin Tiahuanacu´da ayaklandığını ve sürgünle cezalandırıldıklarını yazıyorlar. İşte bu uygun ve ideal sürgün yeri Paskalya Adası olabilir. Eğer heykellere dikkatle bakacak olursak Moai heykellerindeki özür ifadesini görebilirsiniz.”
Bazı arkeologlar, Paskalya Adası’na ilk kez denizde kaybolan Polinezyalıların 318 senesinde ayak bastığını ileri sürdü. Fakat ada üzerinde yapılan araştırma sayısı arttıkça, yeni görüşler ortaya atıldı. Bunlardan biri, Paskalya Adası’nın çok daha büyük bir toprak parçasının geride kalan kısmı olduğu ve binlerce yıl öncesine uzanan bir tarih sakladığı. Colin Wilson, Graham Hancock ve Rand Flem-Ath adlı araştırmacılar ise, gizemli adanın Dünya’da kutsal bir coğrafyayı temsil ettiğini savundu. Onlara göre, adanın tarihi eski çağlarda yaşanan büyük sel felaketlerinin öncesine rastlıyor. Hancock, “12 bin sene önce buzullar henüz erimemişken, okyanuslardaki su seviyesinin 100 metre daha alçak olduğunu ve Pasifik bölgesinde And Dağları kadar uzun adalar zinciri bulunduğunu” öne sürdü ve Hancock’a göre, Paskalya Adası aslında büyük kısmı sular altında kalmış bir kara parçasının tepesi.
Rapa Nui isminin yanı sıra, Paskalya Adası’nın antik isimlerinden biri “Te-Pito-O-Te-Henua”. Anlamı, “Dünyanın Merkezi”. Bir diğer adı da “Cennete Bakan Gözler” anlamına gelen “Mata-Ki-Te-Rani”. Bazı araştırmacılar, diğer günümüz araştırmacıların önem vermediği mitolojik bilgiler dikkate alındığında, Paskalya Adası’nın binlerce sene önce var olan ve gözlemevleriyle gökyüzünü araştıran antik bir uygarlığa ev sahipliği yaptığını öne sürüyor. Graham Hancock, “Cennetin Aynası” adlı kitabında, Paskalya Adası’nın büyük tufanlardan önce yaşamış bir uygarlığın evi olduğunu ve çok önemli bir konuma sahip olduğunu yazdı. Bu özel konum, dünyadaki kutsal yerlerin matematiksel yerlerini kusursuz bir şekilde gösteriyordu. Diğer iki araştırmacı, Christopher Knight ve Robert Lomes “Uriel’in Makinesi” adlı kitaplarında Paskalya Adası’nın konumunun neyi ifade edebileceğini araştırdılar ve adanın “küresel bir gözlemevi ağının parçası olduğunu” belirttiler. Onlara göre, bu gözlemevleri gelecekte yaşanacak meteor çarpmaları ve yer tabakalarının hareketiyle gerçekleşecek felaketleri önceden tespit etmek için kullanılıyordu.
Son Yorumlar