Adolf Hitler’in Sırları Gizemleri ve Bilinmeyen Yönleri
Adolf Hitler, 20 Nisan 1889 tarihinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı Yukarı Avusturya’nın Braunau am Inn kasabasında o sıralarda gümrük memuru olan Alois Hitler ve Alois’in üçüncü eşi Klara Poelzl’ün oğlu olarak doğmuştur. Alois’in altı çocuğundan dördüncüsüdür. Yasal olarak Hitler soyadı ile dünyaya gelen Adolf’un anneannesinin ismi de Johanna Hiedler’di. İsmi eski Almanca’da ‘asil kurt’ (Adolf = nobelity + wolf) anlamına gelen Adolf,ilk tahsilini doğduğu kasabada yaptı. Orta tahsiline Linz şehrinde başladı. O sıralarda, ilerde memur olmasını isteyen babasıyla zıtlaşıyor, ressam olmak istediğini söylüyordu. Sevmediği dersleri asıyor, hiç ilgilenmiyordu. İleride öğretmenlerini çok sert biçimde eleştirmiş, sadece tarih öğretmenini çok sevdiğini ve ona çok şey borçlu olduğunu belirtmiştir. Çizimlerine ve resimlerine çok güvenen Adolf, bu konudaki direnişine hiç ara vermiyordu. I. Dünya Savaşı’na katılmasından önce, Hitler’in 2000’den fazla çizimi ve resmi vardı.Hitler, ressam olma konusunda inat ediyor, bir sanatçı olma hayallerinde kendisine çok güveniyordu. Sanatçılık onun için tam anlamıyla bir idealdi. 1907 yılında başvurduğu Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tarafından ressamlığa uygun olmadığı gerekçesi ve yeteneklerini mimarlık alanında geliştirmesi öğüdüyle reddedildi.
1908’de bir kez daha başvurduğu akademinin, onu yeniden reddetmesinin ardından umutlarını da yitirmiş bir şekilde tamamen parasız kaldı. Yetim maaşının kendi payına düşen kısmını da kardeşi Paula’ya veren Hitler, 21 yaşındayken halasından kalan az miktardaki miras parasının da bitmesiyle 1909’da evsizler yurduna yerleşti. Posta kartlarından kopyaladığı manzara resimlerini, dükkanlara ve turistlere satarak geçinmeye çalışan Hitler, 1910 yılında çalışan fakir adamların kaldığı bir eve yerleşti. Hitler Viyana’dayken, ilk kez içinde Doğu Avrupa’daki birçok Ortodoks Yahudi için, antisemitist düşünceler barındırmaya başladı. Zamanla Lanz von Liebenfels’in ırk ideolojileri ve antisemitizm hakkındaki yazılarından ve Vienna Belediye Başkanı, aynı zamanda Hıristiyan Sosyal Partisi’nin kurucusu ve tarihin en şiddetli demagoglarından Karl Lueger ve pan-Cermenist Georg Ritter von Schönerer gibi politikacıların yarattığı polemiklerden etkilendi. Daha sonra Kavgam (Mein Kampf) adlı kitabında, dine bağlı antisemitizm karşıtlığından, nasıl tam tersi bir zemine (antisemitizmi ırkçı zeminde desteklemeye) geçiş yaptığını anlattı. Yahudilerin birbirlerini kültür, sanat, politika, iş hayatı gibi bütün alanlarda kayırdıklarını düşünen Hitler, onlara tepki duymaya başlamıştır. Bu konuda şöyle der: « Ne zaman bir tiyatro gösterisi, bir müzik abartılırsa Yahudi yapımı bir şey olduğunu görüyordum. Bunu abartanlar da Yahudilerdi. Birçok alanı ele geçirdikleri için tüm alanlarda birbirlerini kayırıyorlardı. Güzel bir Alman yapıtı 10 üzerinden 5 alamazken Yahudi yapıtları 10 alıyordu. Bu yüzden bir antisemitist olmaya karar verdim. » Hitler Yahudileri, ari ırkın doğal düşmanları olduğunu iddia etmeye başladı ve Avusturya’daki krizden de onları sorumlu tuttu. Aynı zamanda kendi antisemitizmini Marksizm karşıtlığı ile birleştirerek, sosyalizmin ve özellikle de liderleri arasında birçok Yahudi bulunduran Bolşevizmin keskin hatlarını tanımladı. Almanya’nın uğradığı askeri bozgundan 1917 Devrimlerini sorumlu tutarak, Yahudilere Alman İmparatorluğu’nun askerî yenilgisinin ve sonuç olarak ortaya çıkan ekonomik problemlerin de suçlusu kabul etti.
1914’de Almanya I. Dünya Savaşı’na girdiğinde acilen Bavyera kralı 3. Ludwig’den Bavyera alayında savaşmak için izin ricasında bulundu. İsteği kabul edildi ve Hitler gönüllü olarak Bavyera ordusuna katılmış oldu. Hitler, Batı Cephesi’nde Albay Julius List komutasındaki Bavyera 16. Redif Piyade Alayı’na (“List Alayı”) verilmiştir. Hitler, yanındaki diğer askerlerin aksine yemeklerden ya da zor koşullardan asla şikayet etmedi. Görevini yaparken gösterdiği sürati ve başarısı sebebiyle ilki Aralık 1914’de İkinci Sınıf Demir Haç ve diğeri de Ağustos 1918’de ve onbaşı düzeyindeki bir askere nadir olarak verilen bir onur olan Birinci Sınıf Demir Haç olmak üzere iki askerî nişan aldı. Almanya’da Hitler gibi onbaşı rütbesine sahip olan hiçbir asker, bu kadar yüksek dereceli iki madalyayı kazanamamıştır. Üst rütbeli askerlere verilebilecek bu iki madalyayı kazanabilen tek onbaşı, Adolf Hitler’dir. Alman ordusu hâlâ düşman topraklarını tutmaktayken, Kasım 1918’de Almanya’nın teslim olmasıyla şoka uğradı. Birçok Alman milliyetçisi gibi o da savaş alanında değil masada yenilmelerini tasvir eden ‘sırtından bıçaklandığına’ inandı. Buna neden olan politikacılar daha sonra ’Kasım Hainleri’ olarak adlandırıldılar.
Hitler, I. Dünya Savaşı’nda İperit gazına maruz kaldı ve geçici kör oldu. Tedavi için Pasewalk adlı kasabada bulunan bir kliniğe yattı. 3 ay tedavi gördü. Hitler’i tedavi eden Dr. Forster bir hipnoz uzmanıydı. Bilinen, İperit gazına karşı hipnoz tedavisinin yapılamayacağı. Ama Hitler’e bu tedavi yöntemi uygulandı ve Hitler buradan çıktığında artık bir onbaşı değil Führer’di. (David Lewis ve Bernhard Horstmann gibi bazı psikologlara göre ise bu geçici körlüğün sebebi geçirdiği bir histeri kriziydi). 1939’da yeniden Pasewalk’a gider ve hem kliniği hem de kasabayı yerle bir edip haritadan siler.
Hitler 20 nisan 1889’da, Salzburger Vorstadt bölgesinin braunan am ınn kentinde saat 17.30’da doğdu. Avusturya- Bavyera sınırında iki büyük Alman devletinin birleştiği noktadaki bu kent, sonradan Führer için bir simge kent haline gelecektir. Bu kentin garip bir geleneği vardır: Burası bir medyum fidanlığıdır. En tanınmışlarından biri de 1920 de Viyana’da Prusya prensi Joachim ile evlenen Madam Stokhammes idi. Münih’li ispiritizmacı Baron Schrenk-notzing medyumlarını oradan getirirdi ki bunlardan biri de Hitler’in kuzeniydi. Tüm ortaçağ boyunca bu bölge medyumların, büyücülerini gizli ilimlerle uğraşan karabüyü üstatlarının ve doğaüstü güçlere sahip insanların doğup büyüdükleri bölgeydi. Bu bölgede çok sayıda gizli örgüt vardı. Ve doğaüstü güçlere sahip oldukları öne sürülen birçok insan bu bölgede yetişmiş ve tüm Avrupa’da isimlerini duyurmuşlardı. Ruh üzerine denemeleri otuz yıl kadar önce geniş yankılar uyandırmış olan Willy ve Rudi Schneider de burada doğmuştur. Bu iki kardeş psiko-kinetik yeteneğe sahiptiler ve ellerini kullanmadan sadece bakışlarıyla uzakta duran cisimleri hareket ettirebiliyorlardı. Okült tarihçi Louis Pauvvels ve Jacques Bergier’e göre Schneider kardeşler kendi anneleri tarafından değil oldukça tuhaf ve gaipten haber alabilen bir süt anne tarafından emzirilmişlerdi. Bu sütanne ayrıca başka bir erkek çocuğu da uzun süre emzirmişt, bu çocuk Adolf Hitler’di.
Hitler kendisine dokunulmasından, öpülmekten ve kucaklanmaktan hoşlanmazdı. Kendisiyle görüşmeye gelen devlet başkanlarıyla bile zorla el sıkışır sonra en az üç metre mesafede durarak konuşurdu. Hitler’in bu garip davranışı onun kokulara karşı aşırı hassasiyetine bağlanmıştı. Nazi mensupları Hitler’in özel hayatında kadına yer vermediğini ve papazlar gibi kadınsız yaşadığını söylüyorlardı. Oysa Hitler’in hayatına girdiği belgelenmiş en az altı kadın olmuştu. Daha ilginci bu kadınlardan beşi yedi kez intihar girişiminde bulunmuş ve üçü hayatına son vermiştir.
Hitler 1933’de iktidara geldikten sonra “Yeni Alman Hristiyanlığı” adında yeni bir kilise kurdurmuş ve hem katolik hem protestan kiliseleri dışlamıştı. Bu kilisenin yayınladığı İncilde tek kelime bile yahudi adının geçmesine izin verilmemişti. İsa Mesih esmer ve yahudi bir haham olduğu halde bu yeni İncil’de soylu bir Alman prensi olarak gösterilmiş, sarışın, mavi gözlü, uzun saçlı ve kulağı küpeli bir Töton şovalyesi olarak tanıtılmıştı. Almanya Hitler döneminde anayasasız olarak yönetilmiş ve onun sözleri anayasa kabul edilmişti. Hitler hiçbir zaman ateist olmamıştır. Kendi dışında, ondan bağımsızca var olan ancak göze gözükmeyen bir güç kaynağının varlığına inanmaktaydı. Bu gizemli güç kaynağı ‘Odic Force’ olarak biliniyordu ve Hitler bu kurama çok inanmıştı.
Katolik Kilisesi’ne göre 20 Nisan İncil’de geçen “Yedi Melek” günüydü. Bu meleklerden biri olan İbranice ‘Abaddon’ denilen bu melek İncil ve Tevrat a göre yıkım ve ölüm getirecekti. Nazi ressamları Hitler’i mitolojik savaş tanrısı Apollon olarak resmederlerdi. Grekçede Apollon un ibranicesi Abaddon’du. Hitler doğduğu sırada Polonya’daki aşırı ortodoks Yahudi’lerin yaşadığı getto’da oldukça tuhaf bir olaya tanık olunmuştu. Shinever Zaddik adıyla tanınan bir haham aniden fenalaşmış ve baygınlık geçirmişti. Etrafındaki kişiler onun sayıklamakta olduğunu farkettiler ve hemen notlar aldılar. Zaddik şunları söylemişti: “Haman’dan çok daha kötü bir adam dünyaya geldi. Bu adam bize çok kötülük yapacak. Dua edin de onun ölümü missah meshuna (sıradışı ve korkunç akıbet) olsun”
Hitler tüm hayatı boyunca 7 sayısının kendisine uğur getirdiğine inanmıştı. Masaya oturduğunda 7 defa vurur, suyu 7 yudumda içer ve içinde 7 sayısının geçtiği tarihlere ve olaylara özel bir ilgi gösterirdi. İlginçtir ki hitler tam 7 kez ölümden kurtulmuştur. Hitler’in ölümden son anda kurtulmayı başarmak gibi bir özelliği vardı. 1933’ten sonra ona suikast düzenleyenler ondaki bu sıradışı özelliği farketmişlerdi. 1944 yılındaki suikastı düzenleyen ve Hitler’in yine kurtulduğunu gören albay Kont von Stauffenberg “bu adamda farelere özgü bir içgüdü var” demişti. Hitler 45 ay süreyle cephede askerlik yapmıştı. Bu dönemde tam 35 kez doğrudan göğüs göğüse muharebeye girmişti. Askeri muharebe ortalama yasasına göre bu kadar çok silahlı çatışmaya doğrudan giripte sağ kurtulabilmek hiçbir er için mümkün değildi. Tüm birliğin şahit olduğu bir olay Hitler’deki bu tuhaf önseziyi göstermesi yönünden önemlidir: “Bir gün siperde diğer askerlerle yemek yerken bir ses ona kalkıp başka yere oturmasını söylemişti. Hitler yemeği yarım bırakıp daha ilerdeki bir sipere geçmişti. Çok kısa bir süre büyük bir şarapnel parçası Hitler’in oturduğu yere düşmüş ve diğer askerlerin hepsi ölmüştü. Belki de bu nedenle Kavgam kitabında hayatının ilahi bir güç tarafından korunduğunu ve bu ilahi gücün ona tarihi bir misyon yüklediğini yazmış ve buna hem kendisi yürekten inanmış hem de tüm Alman milletini böylesine gizemli ve ilahi bir güç tarafından yönlendirdiğine inandırabilmişti. Hitler’in özel hayatındaki kod adı ‘Bay Kurt’ idi. Ukraynanın Vinnitsa bölgesinde yaptırdığı sığınağa ‘Kurt Adam’ ismini vermişti. Doğu Prusya’da yaptırdığı sığınağa da ‘Kurt İni’ adını vermiştir. Bu sığınakta yaşadıkça kimsenin ona zarar veremeyeceğini söylemiştir. Gerçekten de ona suikast düzenleyenler ona bu inde zarar verememişlerdi. İlginç bir tesadüf olsa gerek bu sığınak, asırlarca önce Avrupa’ya dehşet saçan Töton şovalyelerinin gizli örgütlerini kurdukları ilk yerdi. Hitler bu sığınaktayken 20 temmuz 1944’de Kont Stauffenberg führerin çalışma odasına girmiş ve ayağının bir metre yakınına çok güçlü bir saatli bomba bırakıp çıkmıştı. Bomba patlamış, ölenler olmuş ama Hitler üniformasındaki bir kaç yırtık ve yüzündeki önemsiz sıyrıklarla kurtulmuştur. Hitler kurtuluşunu Kurt İni’nin gizemli koruyuculuğa borçlu olduğunu Mussolini’ye söylemiştir. Bu suikastla ilgili üçbin kişiyi idam ettirmiştir. Kont Stauffenberg ise kasap çengeline asılmış ve ölümü filme alınarak hitlere seyrettirilmişti. Bu bombalama olayı Hitler’e yönelik büyük suikastların yedincisi ve sonuncusuydu. Hitler köpeklere de düşkündü. Blondi adlı köpeğinin doğurduğu yavrulardan birine kendisi bakar ve ona hiç kimsenin dokunmasına izin vermezdi. Fransa’da da bir sığınak yaptırmış ve bu sığınağa kurdun avını parçalayıp yerken çıkardığı ses anlamına gelen “Wolfsschlucht” adını vermiştir. SS birliklerinden bahsederken de ‘benim kurt sürüm’ diye iltifat ederdi. Hitler hayvanların korunmasıyla ilgili 3 karaname çıkarmıştır. Kendisi vejetaryendi ve et yiyenlerden hoşlanmaz onları kadavra çiğneyicileri diyerek aşağılardı. Ölümsüzlük hissi Hitler’in bir saplantısıdır. Bu düşünceye, ondan önce doğan kardeşlerinin ölmüş olması yüzünden kapılmış olabilir. Diğerleri ölürken kendisinin hayatta kalması özel olduğu hissini uyandırmıştır. Kendisini ilahi koruma altında görmesini sağlayan dayanaklardan biri de I. Dünya Savaşı’nda cephedeyken içinden bir sesin yerinden kalkıp başka bir yere gitmesini söylemesidir. Bu içsel sesten sonra bir bombanın terk ettiği cepheye düşmesi ve oradaki arkadaşlarının ölmesi inandığı düşünceyi saplantılı hale getirmesine neden olmuştur.
Tarot kartları diye bilinen fal kartlarına ortaçağda “Alman Kartları” deniyordu. Katolik dinine kılıç zoruyla sokulmuş Almanlar daha sonraki dönemlerde bu kartlardaki Rune şekilleri ile Pagan geçmişlerindeki Aryan ibadet ve tapınma tarzlarını kiliseden gizleyerek devam ettirmişelrdi. Rune şekilleri eski Nordik alfabeyi oluşturuyordu ve Pagan tanrısı Odin/Wotan’ın yaptığı büyülerde kullanılıyordu. Tarot kartları telkin yüklüydüler. Bu kartlarla fal bakanlar kişilerde akılcılığı değil, “auto-suggestion”(kendini telkinle donatmak) harekete geçiriyorlardı. Ortaya çıkışı Hristiyanlık öncesi dönemlere uzanan “Ay Kartı” Hitler’in en çok ilgi duyduğu tarok kartıydı. Kart eski haliyle Almanların töton-pagan geçmişini ve tanrıçasını sembolize ediyordu. Bu ay kartı çok güçlü “auto-suggestion” enerjisiyle yüklüdür. Bu kartı eline alan ve desteden çeken kişi mutlaka kendisinde bazı gizli güçler bulunduğuna inanır. Karttaki sütunlar kişiye hipnotize edici bakılar kazandırır. Bu bakışlara sahip olan kişide “mnemonic” (göz hafızası) telkin yeteneği yükselir. Hitler astrolojiye ezoterizme ve gizli ilimlere oldukça düşkündü. Naziler için çizdiği tüm nişan, rütbe, flama ve migfer desenlerini hep kilise tarafından yasaklanmış ve gizli ilimlerde kullanılan sembolerden seçiyordu. Gamalı Haç’a kırmızı rengini verişini Kavgam kitabında şöyle yazmıştır: “Kırmızıyı özellikle seçtim.Bu renk yoğun enerji taşır. Bunu gören düşmanlarımız korkacaktır. Bize ise kırmızı cesaret ve saldırganlık verecektir.” Hitler Türk-Müslüman geleneği olan kurşun döktürmeye de oldukça ilgi duymuştur ve belli zamanlarda kurşun döktürürdü.
Hitler Viyana’dan elinde küçük bir valizle ayrılmış ve 25 mayıs 1913’te Münih’e gelmişti. Hayatında Münih’i hiç görmemişti. Rudolf Hausler adlı birinin verdiği kiralık odanın adresini ararken “alınyazısı” ona yeni bir oyun oynamış ve onu terzi Josef Popp’un Schleissheimerstrasse caddesindeki 106 (toplam 7) numaralı eve götürmüştü. Bu yeni ev hitlerin 7. yerleşim alanı olacaktı. Hitler bu odayı tutarken aynı odada dünyanın kaderini değiştirmiş bir adamın uzun süre kaldığını ve bu odada en önemli eserini yazdığını biliyormuydu acaba? Odanın daha önceki kiracısı Vladimir İlyiç Lenin’di ve yazdığı kitabın adı da “Ne Yapmalı” idi. Almanya’nın en ünlü cezaevinde gardiyanlık yapmış ve kendisi de nazi olan Otto Lurker in yazdığı “Demir Parmaklıklar Ardında” adlı kitapta ilginç bir olaya yer vermiştir. Olaya bizzat tanık olan Lurker’in yeminli beyanına göre bir sabah her haliyle pek de normal sayılamayacak siyah giysili bir adam cezaevindeki Hitler’i ziyarete gelmişti. Lurker siyasi tutuklularla görüşmek için kimlik bildiriminde bulunulması gerektiğini ziyaretçiye bildirmişti. Bunun üzerine adam kimliğini göstermiş ve kendisinin Adolf Hitler olduğunu söylemiştir. Lurker şaşırmış ve Adolf Hitler’in cezaevinde olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine siyah giysili adam şöyle demiştir: ” Gerçek Adolf Hitler benim. Sizin cezaevinde tuttuğunuz kişi benim kardeşim Rudolf Hitler’dir. Siz onu Adolf Hitler adıyla tanıyorsunuz, çünkü şimdilik benim adımı kullanıyor.” Bu tuhaf olay daha sonra gazeteci Konrad Heiden tarafından 1936’da yazılan Adolf Hitler adlı biyografik kitapta da yer almıştır.
Hitler “Bir kuzey nasyonel sosyalist bilim vardır ki, Yahudi liberal bilime karşı çıkar” diyordu. Batı tarafından benimsenmiş bilim bozulması gereken bir tılsımdır. Hiçbir bilim adamının önemsemeyeceği ekonomik veya toplumsal projeleri büyük bir ilgiyle dinlerdi. Böyle saçma görünen bir ekonomik projeyi dinledikten sonra danışmanına dönüp “işte şimdi Felsefe Taşı’nı cebimize koyduk” demiştir. Hermann Rauschning’e göre sofra sohbetleri sırasında Hitler’in en sevdiği konular karabüyü ve mistizm idi. Bir sohbetinde şöyle demişti: “Eski Ahit olsun ister Yeni Ahit olsun hiç farketmez. İsa’nın söyledikleri de farketmez. Bunların tamamı o bildik eski Yahudi üçkağıtçılığıdır. Biz özgür insan yaratmak istiyoruz.” Hitler gamalı haç sembolünü okultik negatif değerini dikkate alarak onu ter yöne çevirterek nazi bayrağına koydurtmuştu. Özgün şekliyle akrep-yelkovan yönünde çizildiğinde gamalı haç olumlu değişimleri sembolize eder. Ters yöne çevrilesi ise yıkım anlamına gelir. Dönüşü ters yöne çevrilmiş gamalı haçı kullanma kararı Hitler’e aitti ama gamalı haç gerçekte Thule’nin sembolüydü ve bu örgüt gamalı haçın ortasına bir de hançer yerleştirmişti.
Adolf Hitler ve üst düzey yöneticilerin tamamına yakını parti üyesi olmadan önce bazı gizli örgütlere üyeydiler. Burada edindikleri bilgilerle nazi dünya görüşünü oluşturdular. Birçok tarihçinin de ifade ettiği gibi nazizim aslında bir Okült Milliyetçiliğiydi. Çok eski çağlarda Mısır’da, Babil’de ve en son olarak da Nordik halkları arasında var olan gizli ilimlerden yola çıkılarak oluşturulmuş bir dünya görüşüydü. Alman halkının gizli, arkaik değerleri naziler tarafından kutsal kabul ediliyordu. Bu konuda sayısız kitap, dergi ve inceleme yayınlanmıştı. Bu alandaki kişilerin başında doktor Baron von Reichhenbach geliyordu. Aynı zamanda da okültist ve spiritualist olan Reichhenbach 1845’de “Odik Güç” diye bir kuram geliştirmişti. Reichhenbach’ın “Odik Gücü” insan vücudundaki manyetik güçlerin ve yayılan ısının gücüydü. Bu manyetik güç belirli bir disiplin sürecinin sonunda çok etkili bir güce ve etkileme gücüne dönüştürülebiliyordu. 1940lı yıllarda nazi doktorları özellikle genç bakireleri kullanarak bu gücün varlığını ispatlamaya çalışmışlardı. Nazizm dünya görüşüne yön veren isimlerden biri de Guido von List ve onun öğrencisi Lanz von Liebenfels idi. Guido von List Yahudileri insanlığı zehirleyen parazitler olarak görüyordu. Ona göre dünyada uygarlık adına ne yapılmışsa bunların tamamını Aryan ırkı yapmıştı. List’in fikirlerinden biri de Eugenics (özürlü ve geri zekalıların ortadan kaldırılması) ‘Kanı Arıtma’ projesiydi. Bu metot önce özürlü Almanlara uygulanmış ve yüzelli bin özürlü hastanelerde öldürülmüştür.
Savaş sırasında Hitler’in birliğine ve diğer birliklere “Gökten Gelen Mektup” adlı ilginç bir mektup dağıtılmıştı. Buna göre Melek Mikael yalnızca Almanlar için gökyüzünden bir mektup yollamıştı. Melek mektubunda Almanların arasından çıkacak olan bir kişinin katolik kilisesini de yıkarak Almanya’nın Führeri olacağını ve önce Almanya’yı sonra da tüm dünyayı Kilise’den ve Yahudilerden kurtaracağını müjdelemişti. Hitler 2. dünya savaşısırasında da erlere bu mektubu okuma mecburiyetini getirmişti. Hitler’in gizli ilimlerle tanışması ise savaştan önceye dayanıyordu. Listin izleyicisi Lanz von Liebenfels in yayınladığı “Ostara” adlı anti-semitik dergi aracılığıyla tanışmıştı. Hitler ilk kez bu kişinin arkaik halk değerlerini ve öğretisini öğrenmişti. Liebenfels’in hayranı olan mistik” Hyeromite” tarikatına bağlı olan Bernard Stemple den çok gizli bilgiler almıştı. Stuart Chamborlain Pan-cermen hareketini doktrinleştiren bir kitap yazmıştı. Chamborlain kendisiyle tanıştırılmak üzere üzere evine getirilen genç Adolf Hitler’le bir süre başbaşa görüştükten sonra, onun Almanyanın beklediği Führer olacağını söylemiştir. Chamborlain bu açıklamayı yaptığı sırada Hitler’in adını henüz kimse duymamıştı. Bu gizli örgütün mensupları Hitler’i yetiştirmişler, zengin çevreler ile tanştırmışlar ve nazi partsine maddi kaynaklar sağlamışlardı. Bu gizli örgütün adı Thule idi. Örgütün kurucusu ise Baron Rudolf von Sebottendorf’tu. Örgütü kurmadan 7 yıl önce Osmanlı vatandaşlığına geçmişti. Hitler’e iktidar yolunu açan ilk kişi olan bu esrarengiz Baron kendisinin “Bektaşi Babası” olduğunu da Almanya’daki kayıtlara geçirtmişti. Hitler 1919’dan 1936’ya ve sonrasına kadar hep bu Baronun kurduğu gizli örgütün üyeleri tarafından korunmuştur. Diğer önemli bir nazi SS birliklerinin başı tüm yaşamını okuütizme ve astrolojye adamış Heinrich Himmler idi. Ünlü damızlık insan haraları kurma fikri onundu. Buna göre SS subayları 1935’den itibaren Aryan ırkını temsil eden bakire kızlarla insan haralarında çiftleştiriliyordu. Hitler ve Himmler böylece yeni ve üstün bir ırk yaratma arzusundaydılar. İnsan Harası fikri aslında 17.yyda yaşamış ünlü bir okültist olan Thomas Campanelle’ya aitti. Onun Citta del Sol (Güneş Kenti) adlı ütopik çalışması 1623’de yayınlanmıştı. Bu kitabında Campanelle soylu ve seçkin erkek ve bakirelerin çiftleşerek kurdukları bir Üstün Irk Kenti’ni tasarlamıştı. Ünlü simyacaı Paracelsus’un 16. yy’da yazdığı “Homoncolus” adlı küçük cam kavanozlar içinde insan yetiştirme projesi günümüzde tüp bebek olarak bilinir. Paracelsus da ‘Yeni İnsan’ yaratmak gerektiğine inanıyordu.
Hitler köylülüğün taşıdığı değerlere çok önem verirdi ama köylüleri hiç sevmezdi. Akademik ve bilimsel kuramlara da hiç inanmazdı. Alman bilim adamlarının yaptığı keşiflerin yahudiler tarafından çalındığını söylerdi. Bazı batıl inançaları vardı ve bu inançlara oldukça bağlıydı. Stolisomancy diye bilinen bir batı inanca da çok dikkat ederdi. Buna, sehven yanlış giyilmiş bir gömlek ya da ayakkkabının uğursuzluk getireceğine veya bir savaş bozgununu işaret ettiğine inanırdı. Bilindiği gibi vejeteryandı. Et, sigara ve içki kullanmazdı. Buna rağmen şidddetli mide sancıları çekerdi. Doktorlarına göre midesi sağlamdı ama nereden kaynaklandığı belli olmayan sancılar çekiyordu. Birçok doktoru vardı ama o sadece özel otlardan ilaç yapan Thedore Morell adlı kişini hazırladığı hapları içerdi. Hitler’e tam 77 çeşit hap hazırlamıştı. Hitler hergün seçerek 7 hap içerdi. Morell bitkileri özel SS birlikleri tarafından kurulmuş olan ve yeri gizlenen bir laboratuvar-serada yetiştirir ve hap haline getirirdi. Hitler’in düşkün olduğu bir diğer batıl inanç da Hippomancy olarak bilinen bir uygulamaydı. Bu konuda uzmanlaşmış SS subayları vardı. Bu, beyaz atlarla ilgili bir inanıştı. Özel yetiştirilmiş beyaz atların kişnemeleriyle gaipten haber verdiklerine inanılırdı.
18. yy almanyasında okultizm ve batıl inançlara bağlılık önemli rol oynamıştır. Özellikle köylülerin günlük hayatları diabolik kavramlarla, cinlerle ve şeytansı varlıklarla belirleniyordu. Örneğin Alman köylüleri kendi krallarından çok Bergmönch denilen ve keşişlerin kara giysileriyle ormanlarda dolaştıklarına inandıkları bir yaratıktan korkuyorlardı. Yine ormanlarda Kobold denilen küçük fakat ürkütücü yaratıkların gizlendiğine inanılıyordu. Bunlar Valkyri denilen ve savaşlarda hangi erkeklerin öleceğine karar veren erkek delisi kadınlar tarafından yönetiliyordu. El okuma, ateşyeme ,düş yorumlama gibi birçok batıl inanç Alman halkının yaşamında önemli rol oynuyordu. Metopomancy olarak bilinen büyücülükle alındaki karışık çizgiler okunarak anlamlandırılabiliyordu. Tehlikeli ve usta okültistler tarafından uygulanan Wraith adlı büyüyle birkişinin faksimile (fotokopi gibi) kopyasını gözlerin önünde canlandırabiliyordu. Hepatoscopy diye bilinen fal türünde adak törenlerinde kurban edilen hayvanların iç organları inceleniyor ve bunlara bakarak insanların ve kralların kaderleri onunabiliyordu. Alman köylülerini en derinden etkileyen batıl inanç ise Auto-Teism olarak bilinen bir akımdı. Bu bir çeşit ruh hastalığıydı ve kişinin kendisini tanrı veya çok kutsal bir din adamı olduğuna inandırmasıyla başlıyordu. Kendisinin tanrı ya da aziz olduğuna inanan kişi epileptik nöbetler geçirmeye, isterik davranışlarda bulunmaya ve garip sözlerle konuşmaya başlıyordu. Alman köylüler ekstaz dedikleri bu nöbetler sırasında kişinin söylediklerini ezberlemeye ve dediklerini yapmaya çok düşkündüler. Ekstazı tanrı ya da aziz olmanın ön koşulu olarak görüyorlardı ve nöbet sırasında söylenenlerin de kehanetler olduğuna inanıyorlardı. Bu durumun en uç örneği 1624’de 30 yıl savaşlarının başlamasından dört yıl önce Ezechiel Meth adlı bir kişide görülendir. Meth kendisini tanrı ve onun melekeleriyle özdeşleştirmiş ve etrafına binlerce köylüyü toplamıştı. Meth dört yıl sonra başlayacak savaşı göremeden öldürülmüştü ama ona bağlananlar bu cahil köylü azizi hiçbir zaman unutmamışlardı. Hitler de tıpkı Meth gibi az eğitim görmüştü ve o da konuşurken daha çok epileptik kişilerde gözlenen ekstaz belirtileri gösterirdi. Hitler’in öğrenimini tamamlayamamış olması halkın gözünde bir eksiklik değil tersine bir kazançtı. Hitler iyi eğitimli olsaydı halk onu dikkate almayacaktı. Halkın çoğunluğunun gözünde cahil bir kişinin ‘doğru’ sözler söylüyor olması onda Auto-Teistik kehanet gücünün olduğunun en önemli kanıtıydı. Hitler’de bu özelliğini sonuna kadar kullanmış, kendisinden geçerek ve ağlayarak attığı nutuklarla milyonlarca Almanı büyüleyerek kendisine bağlayabilmiştir. Çünkü Almanlar Auto-Teizm geleneğine alışkındılar ve 1. dünya savaşının getirdiği hezimet ve aşağılık duygusundan kendilerini kurtacak bir tanrıyı ve azizi özlemle beklyorlardı. Alman halkının gözünde savaşı kaybedenler okumuşlar ve soylulardı, dürüst cahiller değildi. Colin Wilson’a göre Hitler’in gücü sihirliydi. Göze görünmeyen bir kaynaktan gelen bir güçle aniden otomatik olarak harekete geçerdi. Kendisini yakından tanıyanlara göre Hitler hiçbir karizması olmayan sıradan biriydi. Ancak gücünü kullanması gerektiğine karar verdiği an birdenbire orkestrasını harekete geçiren bir maestro gibi sihirli gücünü gösterirdi. Bir dönem ekonomi danışmanlığını yapan Otto Wagner şöyle demiştir: ” Konuşması oldukça garipti. Birçok insan hipnoztize olduğunu hissetmiştir. Gerekli gördüğü zamanlarda adeta bir düğmeye basar ve düşünce mekanizmasını harekete geçirirdi. Böylesi durumlarda insanlar neler konuşulduğunu anlamadan pskilojik bir baskı altına girerlerdi.” Mimik ve jestlerini ustaca kullanan Hitler, yapacağı konuşmalarda hangi hareketleri yapacağına saatlerce çalışır ve bunları fotoğraflarla kayıt altına alırdı. Hitler, mücadeleci bir kişilik sergilemeye çalışıyor ve üstün niteliklere sahip olduğu izlenimi vermek için vücut dilini etkin bir biçimde kullanıyordu. Sert bakışlar, ani hareketler ve uzun konuşmalar propaganda amacı ile yapılan ayrıntılardı. Kendisini yanılmaz, hata yapmaz bir lider olarak göstermeye çalışıyor eskiden savunduğu görüşleri halen sıkı sıkıya savunduğunu belirtiyordu. Goebbels onun için şöyle demiştir: Führer hiç değişmez. Çocukken nasılsa şimdi de öyledir.
Eski Alman efsanelerinde yaşam dört zaman devresine ayrılmıştı. Bunların hepsi orman yasalarının Cermen kabilelerine dikte ettirdiği zaman birimleriydi. Dört zaman, önce Schvvertzeit denilen sözün vaktiyle başlardı. Bunu Beilzeit-çalışma vakti izlerdi. Daha sonra Windzeit-fırtına vakti, bunu da wolfzeit-kurt vakti izlerdi. Bu Fenris adlı bir tanrıya aitti ve bu da dev bir kurttu. Fenris vaktinin gelmesi yerleşik düzende ölümcül ve tehlikeli bir dönemin başladığı anlamına gelirdi. “Cornelius Tacitus İÖ 98 de Cermen kabileleri ile ilgili şöyle yazmıştır: “Ormanları ve karanlık kuytuları seviyorlar. Günah nedir bilmiyorlar ve tanrılarına insan kurban etmeyi yadırgamıyorlar.” Almanlar ilkin ormanları mesken tutmuş kabilelerdi. Ormanlarda ışık az karanlık çoktu. Bu sebeple yaşamlarını gündüzlere göre değil gecelere göre ayarlamışlardı. Alman ruhunun derinliklerinde “orman karanlığı” yatıyordu. ormandaki dev kurt Fenris in rolünü Töton şovalyeleri üstlenmişti. Almanlar geceleri kendilerini daha güvende hissediyorlardı. Hitler de bu anlamda su katılmamış bir Aryan’dı. Gündüzleri genellikle uyuyarak geçirir geceleri sabaha kadar oturup çevresine katılmalarını istediği kişilerle konuşurdu.
Almanlar hristiyanlığa geçişlerinden sonraki ilk gizli örgütlerini Kutsal Vehm adıyla kurdular. Ortaçağda Almanya’nın Westfalia bölgesinde bir yeraltı mahkemesi faaliyet göstermeye başlamıştı. Çok gizli ve sırlarla dolu bu örgütün adı Vehm’di. Aralarında yaptıkları gizli seçimlerle kimlikleri çok az kişi tarafından bilinen başkanlar seçiyorlardı. Kutsal Vehm mahkemesi zan altına aldığı kişileri yasal mahkemelerin dışında kendi gizli mahkemesinde yargılayarak öldürtüyordu. Kutsal Vehm’in Almanya’nın her köşesinde ajanları vardı ve bunlar Alman ruhuna aykırı davranışlar içinde olduğundan şüphelendikleri kişileri gizli mahkemeye bildiriyorlardı. Mahkemenin atadığı cellatlar o kişinin yaşadığı yere giderek o kişiyi infaz ediyorlardı. 1811 de resmen yasaklanan Vehm i Lanz von Liebenfels 1910’da yeniden canlandırdı. Kutsal Vehm en çok 1923’de cinayetler işlemiştir. Öldürülenler hepsi Aryan ruhuna karşı suç işlemiş kişilerdi. 19.yyda başlayan Yahudilerin Almanlaşması süreci Kutsal Vehm in yeniden yeniden canlanmasına neden oldu. Onlara göre Almanya’nın sadece ticareti, basını, bankaları değil şimdi de Almanlık Ruhu Yahudilerin mülkiyetine geçiyordu. Dinlerini değiştiren fakat milliyetlerini saklı tutan Yahudiler şimdi de Almanların en kutsal değeri olan “Tötonluğu” kendilerine almak üzereydiler. 20.yy ilk çeyreğine gelindiğinde Almanya’da başta basın olmak üzere her köklü kurumu safkan Aryanlardan daha fazla Aryanlaşmış eski safkan Yahudi işadamları ellerine geçmiş durumdaydı. Başbakanların, parti liderlerinin, gazete sahiplerinin ve sendikacıların çoğu Yahudiydi. Kutsal Vehm in kendine belirlediği ilk görev bu sahte Aryanları, Yahudileri ortadan kaldırmaktı. Kutsal Vehm Yahudi dışişleri bakanı Walter Ratenau’yu sosyalist Yahudi Rosa Luxemburg’u ve Karli Liebknecht’yi ajanları vasıtasıyla öldürttü. 1. dünya savaşının bitmesiyle dev kurt Fenis’in kurt vakti başlamıştı. Bu görevi Kutsal Vehm üstlendi. Suikastlar ve yargısız infazlar dönemi başladı ve yahudi siyasetçiler birer birer ortadan kaldırıldı. Bunların en önemlisi Yahudi Kurt Eisner’e yapılan suikastti. Kendine göre bir sosyalizm anlayışı olan ve kimsenin pek ciddiye almadığı Eisner savaş bittiğinde çevresine topladığı 200 kişiyle 8 kasım 1918’de meclisi bastı ve Kutsal Alman İmparatorluğu’na son verdiğini açıkladı. Cumhuriyeti ilan etti ve kendisini de Almanyanın ilk cumhurbaşkanı ilan etti. Papaya mektup yazarak sofu katolik Bavyeralı Almanların Yahudi cumhurbaşkanını görevinde kutsamasını talep etti. Thule mensupları bu olayı dehşet içerisinde izledi. Baron Rudolf von Sebottendorf 9 kasım da ikiyüz kişilik bir topluluğa şöyle seslenmiştir: “Dün bizler için değerli olan ne varsa hepsinin çöküşüne tanık olduk. Bugün Alman kanından gelen prenslerimizin tahtında en amansız düşmanımız olan Yahudi oturuyor. Bu kaostan ne çıkacağını henüz bilmiyoruz. Fakat tahmin edebiliriz. Kanlı bir mücadele bizi bekliyor”. Baron Rudolf von Sebottendorf Eisner’in en kısa zamanda infaz edilmesi gerektiğini açıkladı. Ve Kont Arco von Valley bu görev için seçildi. Bu görevi başarırsa ödül olarak Thule’ye üye yapılacaktı. Sebottendorf bu kişiyi özel olarak seçmişti; çünkü Valley in annesi yahudiydi. Böylece bir Yahudi Alman İmparatorluğunun onurunu kurtarmak için diğer yahudiyi öldürmüş olacaktı.Kont Arco von Valley Kurt Eisner’i sokak ortasında alnından vurup öldürdü. Bu suikasttan sonra Almanya’daki diğer sağcı yeraltı örgütleri Thule’nin güdümüne girmişlerdir. 30 nisan 1919 da ise yedi Thule üyesi komünist ihtilalciler tarafından Luitpold Gymnasiumu’na götürülerek kurşuna dizildi. Bu olay Almanya’da kanlı bir içsavaşı başlattı ve zamanla tüm avrupayı içine aldı.
Kont Arco von Valley in Eisner’i öldürdüğü 1919 Şubatında Hitler ordu adına casusluk yapmakla görevlendirilmiş bir onbaşıydı. Hitler Kavgam’da bu sıkıntılı dönemini anlatmıştı. Buna göre Hitler hardal gazıyla yaralandığı ve bir süre kör olduğu için kaldığı hastanede gözleri kapalı yatarken tuhaf bir olay olmuştu. Gaipten gelen bir ses onu çağırmıştı. Gözleri görmediği için kendisini kimin çağırdığını anlayamamıştı. Gaipten gelen ses Hitler’e bir an önce iyileşmesini ve siyasete atılarak Almanya’nın başına geçmesini söylemişti. Sesin sahibine göre Hitler Almanyanın beklediği kurtarıcı Fuhrer olacaktı. Önce Alman halkını kurtaracak sonrada onu dünyanın en güçlü devleti yapacaktı. Hitler’in esrarengiz sesler duyduğu günlerde tuhaf davranışlarıyla tanınan kokain bağımlısı bir kişi almanyayı kurtaracak kahramanı arıyordu. Bu adam Dietrich Eckart idi. Eckart taraftarlarına şöyle sesleniyordu: ” Makineli tüfek sesinden korkmayacak bir adama ihtiyacımız var. Bir subayı kullanamayız çünkü halk artık onlara itibar etmiyor. En iyisi güzel konuşmasını bilen bir işçidir. Fazla akıllı olması gerekmez, siyaset dünyadaki en aptalca iştir. Bize kızıllara hak ettikleri dille yanıt verebilecek taklitçi bir maymun gerekiyor.” Ve Eckart 1919 kasımında aradığı adamı bulduğunu açıkladı. Bu kurtarıcı Adol Hitler’di. Bir subay değil, iki şeref madalyası olan kahraman bir askerdi. Subay olmayı reddetmişti. Çünkü onlar gibi dejenere olmak istememişti. Koministlere ömrü boyunca karşı olmuştu. Anti-semitti, demokrasi ve komünizmin Yahudi oyunları olduğuna inanıyordu. Eckart Hitleri DAP ın başına geçirtti.1913’de kurulmuş olan DAP 1918’de adını Nasyonal Sosyalist Parti olarak değiştirmişti.
Thule örgütü ilkin 1921’de Leipzig’de kurulmuştu. Bir tür mason locası gibi çalışan gizli bir Aryan mezhebi olarak tanınıyordu. Örgüte sadece soylular üye olabiliyordu ve üye olabilmek için bedensel özelliklerini örneğin ayaklarının tam çizilmiş resimlerini örgüte vermek zorundaydılar. Thule birinci dünya savaşından aşağılanarak çıkmış Alman aydınlarının gönlünde yatan kutsal imparatorluk düşlerinin yıkılmaz kalesiydi. Onlara göre Fransız ve İngiliz’ler Yahudilerin desteğiyle Almanya’yı yenmişlerdi ama Thule hiçbir zaman teslim olmamıştı. Thule örgütünün üyeleri aristokratlar, yargıçlar, polis müdürleri, subaylar, akademisyenler ve işadamlarıydı. Hepsi antikomünist ve monarşistti. Thuleye göre Almanya’yı kurtaracak bir Fuhrer çıkacak ve o Aryan ırkının dünyaya egemen olmasını sağlayacaktı. Versay anlaşması ile Alman ordusu 1919’da silahlarını teslim etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak askeri gizli istihbarat çok sayıda silahı işgal bölgelerinden dışarı çıkararak güvendiği sivillere zamanı gelince kullanılmak üzere emanet bırakmıştı. “Arsenal” olarak tanımlanan bu gizli silah depolarından en büyüğü Thuleye emanet edilmişti.
Hitleri siyaset sahnesine çıkartan ve nazilerin iktidara gelmesinde rol oynayan gizli örgüt Thule Gesellschaft’tır. Onun kurucusu da Baron Rudlof von Sebottendorff’dur. Sebottendorf el falı okumacılığında, muska yazıcılığında ve uzgörü alanında uzmanlaşmıştı. Keldan ve Kestari toplulularının yıldızlara tapınma ve yıldızlarla yönetilmenin sırlarını bildiğini iddia ediyordu. Thule’nin 1200 kadar aristokrat ve zengin üyesi bu partiyi perde gerisinden destekledi ve bu üyeler Hitler’i iktidara taşımadan önce Thule’nin dünya görüşüne uygun olarak eğittiler. Heinrich Himmer Kara Tarikat’ı Sebottendorff un Thule örgütünü örnek alarak kurmuştur. Sebottendorf ayrıca çok yetenekli bir sahte evrak düzenleyicisiydi. Gerekli gördüğü zaman her evrakı aslından ayırt edilemeyecek şekilde yapabiliyordu. Kendisini öldürmek amacıyla arayan komünistlerin elinden onlara gösterdiği sahte demiryolları müfettişi kimliğiyle kurtulmuştur. Tarihte Thule adını ilk kez kullanan Antik Yunan’da yaşamış olan Massiliali Pytheas olmuştur. Ona göre Thule kuzey kutbunda İngiltere’den altı günlük yelken mesafesindeki bir adaydı. Ortaçağda İskoçya adaları, İzlanda ve Norveç topluca Thule Adaları diye anılıyordu. Baron Rudolf von Sebottendorf anti-semit ve ırkçıydı. Yahudi bilim adamlarının gerçekte hiçbir özgün buluşlarının olmadığını, onlara maledilen tüm fizik buluşlarını Alman bilimadamlarından çaldıklarını söylüyordu. Sebottendorf Thule’de yaptığı konuşmalarda Thule tarikatının tanrısının hristiyanlığın İsa mesihi olmadığını ve inandıkları tanrının töton şovalyelerinin taptığı Odin olduğunu söylemişti. Sebottendorf Almanya’da yayınlanan bir kitabında batini-dai-bektaşi ezoterizminden öğrendiği üç gizli ilmi anlatmıştı. Bunlar İlm-i Nücüm (yıldızlar ve gökler ilmi), İlm-i Miftah (anahtar ilmi) ve İlm-i Nihan (ölçümler ilmi) idi. Sebottendorf’un sözünü ettiği üç gizli ilim gerçekte Tyanalı Apollonius adlı bir anadolu ereni tarafından 1. yüzyılda uygulanmıştı. Sebottendorf Apollonius un en iddialı olduğu muska yazıcılığı konusunda da kendisini eğitmişti. Apollonius muskalarıyla çok övünmüştü ve şöyle yazmıştı:”Ben Apollonius, tanrının verdiği güçle muskalar yazdım. Bunlarla kurtlar, fareler ve canavarlar yaratıtım”. Sebottendorf ve Thule 1.dünya savaşında sonra kaotik boşluk içine sürüklenen Almanya’yı okült değerlere göre oluşturulmuş yeni bir din getirmek ve madden manen çökmüş olan Almanları gizli ilimler aracılığıyla yeniden güçlü hale getirmek için büyüler, sihirler ve muskalar hazırlamışlardır. Alman halkının yarısına yakını sosyalist, sosyal demokrat, liberal ve komünist ideolojilere yakınlık duyarken diğer yarısı geçmişteki Pagan inançlara bağlılık göstermekteydi. Thule Armanizm adını verdikleri bu yeni pagan dini sayesinde Almanya’nın yeniden güçleneceğini öngörmüşlerdi.
Haushoffer ünlü Rus büyücü ve metafizikçisi Gregor İvanovich Gurdyev’in öğrencisiydi. Gurdyev ve Haushoffer, dünyanın altında yaşayan ve insandan daha üstün dünya dışı bir tür ile ilişki içerisinde olduklarına emin oldukları Tibet Locası’na üyeydiler. Hitler, Alfred Rosanberg, Himmler, Goring ve Hitler’in hemen hemen yanından hiç ayırmadığı fizikçisi Dr. Morell de aynı zamanda Loca’ya üyeydiler.” Herman Rausching “Hitler Bana Dedi ki” adlı kitabında Hitler’le özel olarak görüşen bir yakını şöyle demiştir: “Führer’im, kara büyüyü tercih etmeyiniz, kara büyüyü seçerseniz, artık o yaşamınızdan ve kaderinizden asla bir daha çıkmayacaktır. Çamura bulanmış mahlukların sizi iyi yoldan çevirmelerine izin vermeyin.”
Nazilerin araştırmalarında önemli yer tutan nesnelerden biri “Nasıralı İsa”yı çarmıhta öldürdüğü öne sürülen mızraktır. İncil dışı kayıtlarda adı Longinus olarak geçen Romalı asker, İsa’nın çarmıhta öldüğünden emin olmak için kaburgasına mızrağını saplar. Mızrağın saplanmasından evvel İsa’nın ölmüş olduğu anlaşılır. İsa’nın ölümüyle birlikte mızrakta efsanevi güçler barındırdığı iddialarıyla yıllar geçtikçe efsanevi bir nesne haline gelir. Öyle ki bu mızrağa sahip olan, dünya da mutlak güç ve hâkimiyete sahip olacaktır. Hitler’in, Avusturya’yı işgal nedenlerinden birinin bu mızrağı ele geçirmek olduğu idda edilmiştir. 1796 yılında Nuremberg’te mızrağın da yer aldığı Roma İmparatorluğu hazineleri, güvenlik sebebiyle Viyana’ya gönderildi. İşgalden sonra Hitler’in eline geçti ve müttefiklerin saldırısına kadar altı yıl süreyle Almanya’da St. Catherine Kilisesi’nde tutuldu. 3. Ordu Komutanı General Patton ve müttefiklerle birlikte 30 Nisan 1945’te Berlin’i ele geçirdiğinde mızrağı arattı ve buldu. Yapılan testlerden sonra mızrak, Viyana’ya yollandı. O tarihten bu yana Schatzkammer (İmparatorluk Hazinesi) ile beraber tutuluyor. En son 2003’de yapılan testlerde mızrağın M.S. 7. yüzyıla ait olduğu, ucunda yer alan çivi şeklindeki uzun parçanın da (İsa’nın gerildiği çarmıhtan alındığı düşünülen Roma Çivisi) M.S 1. yüzyıldan kalma olduğu anlaşıldı. Rivayete göre mızrağın el değiştirdiği gün Hitler’in intihar ederek kendini öldürdüğü gündür.
Himmler, Antik Teuton ve doğu efsanelerine tutku derecesinde inanan biriydi ve Tibet kazıların mimarıydı. Himmler Almanların, Aryan ırkının kökeninin izleri Tibet’te kaybolan üstün bir ırka dayandığına inanıyordu. Bu ırkın büyük bir felaketten sonra Hiberborea-Thule adı verilen efsanevi topraklardan dünyaya yayıldığına inanılıyordu. Thule örgütünün inancına göre psikokinetik güçlerin (Vril) koruyucusu bu insanlar M.S 9 yılında Almanya’da üç Roma lejyonunu sıra dışı bir şekilde yenilgiye uğratarak bütünüyle yok etmiştir. Töton ve Arthur’un yuvarlak masa şövalyelerinin reenkarnasyonu olduklarını düşünen Thule örgütü ve SS yönetimi bu sırlara ulaşmak amacıyla Ahnenerbe Forschungs und Lehrgemeinschaft’ı (Ata Mirası Araştırma ve Öğrenim Topluluğu) kurdu. Ahnerbe’nin ana amacı Aryan ırkının kökeni ile ilgili antropolojik, arkeolojik ve bilimsel verilere ulaşmaktı. İsveç’li kâşif ve Nazi sempatizanı Sven Hedin, Aryan ırkının kökeninin Tibet’te olduğuna inanıyordu. Onun da etkisiyle 1938’de Vril gücüne (süper insanın ve psikokinezinin sırlarına) ulaşmak ve köken ile ilgili bilgi toplamak amacıyla biyolog Ernst Schafer yönetiminde Ahnenerbe Tibet’te, Himalayalar’da birçok kazı yaptı. Tibet’deki kazılarda Nazi antropologu Bruno Beger, 300’den fazla kafatası üzerinde araştırma yaptı, notlar aldı. Beger, Tibet’in kuzeyden gelen bir ırka ev sahipliği yaptığına inanıyordu.Topladıkları antik nesneleri onlara göre “Camelot” (Excalibur efsanesinde İngiltere’ye adalet ve refah getiren Kral Arthur’un altın şehri ve kalesi) olan Wewelsburg Kalesi’nde bir araya getirdiler.
«Aslında her Almanın bir ayağı, daha iyi bir vatan ve daha iyi bir mülk aradığı Atlantis’tedir. Almanların bu çifte yaradılışı, onlara hem gerçek dünyada yaşama imkânı kazandıran hem de hayal âlemine atılmalarına fırsat veren bu ikiye bölünebilme yeteneği özellikle Hitler’de belirir ve o büyülü sosyalizminin anahtarıdır.» Helena Petrovna Balavatsky Nazileri etkilemişti. Yedi kök ırkın var olduğunu ileri süren Blavatsky’e göre Ari Irk Atlantislilerin günümüzdeki temsilcisiydi ve aşağı ırkların ortadan kalkması evrenin yasalarına uygundu. Blavatsky’nin ve öğrencilerinden Rudolf Steiner’in ezoterik görüşleri nazilerin dünyaya bakışını ciddi biçimde etkilemişti. Örneğin Nazilerin ünlü teorisyeni Alfred Rosenberg de Ari ırkın çöken Atlantis uygarlığının mirasçısı olduğuna inanıyordu.
Bir Vril rahibesi Maria Orsitsch isimli medyum, Naziler üzerinde oldukça önemli bir etkiye sahipti; dünya dışı yaşamla bağlantılarını o kurdu. Naziler orman evlerinde, şatolarda toplanıyor; gizli bir dilde kutsal metinler okuyorlardı. Efsane güzellikteki Maria bu ayinlerin tartışmasız lideriydi. Bir de İskandinav tanrılarının kızı olduğuna inanılan Sigrun vardı ve diğerleri. Yani Vril rahibeleri… Saçları uzundu. O saçlar anten işlevi görüyor, yıldızlarla telepatik iletişime geçiyorlardı. Aldebaran’a gidecek bir uzay aracı yapmakla uğraşıyorlardı. Thule’nin gerçek amacı ancak 1919’da Vril Grubu ve kendilerine DHvSS diyen grupla birleştikten sonra anlaşılmıştır; DHvSS Grubu ‘Kara Güneş’ veya ‘Kara Taş’ adlı bir güce tapıyordu, Isias adlı bir tanrıçaları vardı. Tüm bu oluşumun ardında ise Maria Orsitsch adlı bir medyum kadın vardı. Bu medyum, Hitler dahil Nazilerin en rütbeli isimlerinin yer aldığı bir gruba ayinler düzenliyor, onların saf ırk olarak kabul ettiği, ‘dünya kökenli’ olmayan ve başka bir güneş sistemindeki Aldebaran isimli gezegenden bilgiler (ve komutlar) iletiyordu. Maria nın anlattıkları Aryan ırkının dünya kökenli olmadığı ve dünyadan 64 ışık yılı uzaklıktaki Alpha Tauri yıldız grubunda bulunan Aldebaran’dan geldiğine dayanıyordu. Bu toplantılarda medyum Maria’nın Nazilere bilinmeyen bir dille yazılı metinler okuduğu, teknolojik bilgiler verdiği konuşuluyordu. Kitapları on ülkede yayımlanan Miguel Serrano, Hitler’in bir Alman uçan dairesine binerek Güney Kutbu’na gittiğini, buradan yeraltındaki gizli bir sığınağa geçerek kozmik güçlerin emirlerini yerine getiren bir tür mesih olarak geri döneceği günü beklediğini söyler. Bu konuda bilinen bir diğer isim olan Jan Van Helsing ise bilimkurgu tadında hazırladığı senaryolarıyla Neonaziler arasında büyük bir ün kazanmıştır. Buna göre dünyamızı ele geçirmek isteyen iyi ve kötü uzaylılar arasında bir mücadele sürüyor. Markab isimli güneş sisteminden gelerek Yahudileri kontrollerine alan kötü uzaylılar, Aldebaran Güneş Sistemi’nden gelen iyi uzaylılara karşı savaşıyorlar. İletişime geçmek için Arileri seçen Aldebaranlılar, Almancaya çok benzeyen bir dille konuşurlar. Yeraltındaki Agarta’yı bunların soyundan gelen Hyperborlular kurmuşlardı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından birçok Nazi Agarta’ya kaçtı ve iyi uzaylılarla birlikte tekrar mücadeleye atılacakları günü bekliyorlar.
Dünyanın içi boştur. Biz içeride otururuz. Yıldızlar buz yığınlarıdır. Dünyaya günümüze kadar bir kaç ay düşmüştür. Şimdi gökte bulunan ay da düşecektir. İnsanlığın bütün geçmişi buz ile ateş arasındaki savaşla açıklanabilir. İnsan, bitmiş tükenmiş değildir. Eskilerin tanrılara tanıdıkları güçleri ona tanıyacak pek büyük bir değişimin eşiğindedir. Dünyâda, bu yeni insanın birkaç örneği vardır bunlar belki de zaman ve mekân sınırlarının ötesinden gelmiştir. Doğu’da bir yerlerde gizli bir kentte hüküm süren Dünyanın Sahibi ile, «Korku Hükümdarı» ile ilişkiler kurmak mümkün olabilir. Onunla bir anlaşmaya varabilenler, binlerce yıl için dünyanın yüzünü değiştirecek ve insan serüvenine bir anlam kazandıracaklardır. İşte Hitler ve çevresindekilerin inandıkları “bilimsel” kavramlar ve dinsel kavramlar bunlardı. Bu kavramlar yakın tarihin toplumsal ve siyasal olaylarına geniş ölçüde yön vermiştir.
Füzeler konusunda dünyanın en büyük uzmanlarından biri olan Willy Ley 1933’de Almanya’dan kaçtı. Berlin’de nazizmin ortaya çıkmasından kısa bir süre önce oldukça ilginç küçük bir cemiyetin varlığından bahsetti. Bu gizli cemiyet İngiliz yazar Bulwer Lytton’un “Bizi Ezecek Irk” adındaki eserine dayandırılmıştır. Bu kitap, ruh alemi bizimkinden çok daha yüksek insanları anlatır. Bunlar herşeyin üzerinde güç sahibidirler. Şimdilik gizleniyorlar. Dünyanın merkezindeki mağaralarda yaşıyorlar. Ama çok geçmeden çıkacak ve bize egemen olacaklardır. Willy Ley’in bahsettiği gizli cemiyetin üyeleri, ırk değiştirmek ve dünyanın dibinde saklı adamlara benzemek için gerekli bazı sırları bildiklerini iddia ediyorlardı. Berlin cemiyetinin adı «Vril Cemiyeti» idi. Vril, günlük yaşantımızda pek küçücük bîr bölümünü kullandığımız o sonsuz enerjidir. Vril’e hâkim olan, kendi kendine de, başka dünyalara da egemen olur. Bütün çabamızı buna yöneltmeliyiz. Dünya değişecektir. Efendilerimiz yer altından yeryüzüne çıkacaklardır. Eğer onlarla anlaşamazsak bizler de efendi olamazsak, köleler arasına katılırız.
Bulwer Lytton «Bizi Ezecek Olan Irk» Ya da «Zanoni» gibi eserlerinde, tinsel dünyanın ve özellikle cehennem dünyasının gerçeklerine parmak basıyordu. İnsanüstü güçlere sahip yaratıkların varlığından emin olduğunu ifade ediyordu. Bu yaratıklar bizleri ezecek ve aramızdan seçtiklerini de pek büyük bir değişime uğratacaklardı. Bu ırk değişimi düşüncesine Hitler’de inanıyordu ve günümüzde de silinmemiştir. «Bilinmedik Yüksek Kişiler» kavramı da ilgi çekicidir. Bu kavrama, Doğu ve Batı’nın bütün kara sırlarında rastlanır. Hitler’in de buna inandığı da kesindir. Hattâ dahası da var : o, «Üstün Yaratıklar» ile İlişki kurduğunu da sanıyordu. Aslında Hitler’in gerçek amacı, biyolojik değişimi sağlamaktı. Sonunda insanlık, henüz çıkamadığı bir düzeye erişecekti.«Kahramanlardan, yarı tanrılardan, tanrı insanlardan oluşmuş bir insanlık» yaratılacaktı.
Samuel Mathers 1896 yılında bu Gizli Şefler konusunda şunları yazmıştır: “Bana kalırsa bunlar, dünyada yaşayan ama korkunç ve insanüstü güçlere sahip yaratıklardır. Kişisel deneyimim bir ölümlü için onların varlığı karşısında dayanmanın ne kadar güç olduğunu bana öğretmiştir. Öylesine dehşet verici bir gücün karşısında bulunduğumu seziyordum ki, soluğum kesiliyordu. Sözünü ettiğim sinirsel tükeniş sonucu buz gibi terler döküyordum, burnumdan, ağzımdan ve kulaklarımdan kan geliyordu.”
Hitler bir gün Dantzig hükümet başkanı Rauschning ile insan ırkının değişime uğratılması konusundan söz ederken, “Yeni insan aramızda yaşıyor! Burada! Size bir sır vereyim. Ben onu gördüm, gözüpek ve acımasızdır o.” Ve bunları söylerken sarhoş gibi titriyormuş. Hermann Rauschning “Hitler Bana Dedi ki” adlı kitabında bir de şu garip olayı anlatıyor:” Yakınlarından birisinin bana söylediğine göre, Hitler geceleri çığlıklar atarak uyanırmış. Yatağın kenarına oturur, imdat diye seslenirmiş. Karyolayı sarsacak kadar şiddetle titrermiş. Anlaşılmaz,boğuk bir sesle birşeyler mırıldanırmış. Boğulacak gibi güçlükle soluk alırmış. Yine aynı kişinin anlattığına göre Hitler odanın ortasına dikilmiş, görmeyen gözlerle çevresine bakıyor, ayakta sallanıyor: ” Ve işte o! İşte o! Buraya gelmiş” diye inliyormuş. Ansızın ağzından hiçbir anlam taşımayan sözcükler dökülmeye başlamış. Korkunçmuş. Sonra susmuş ama dudakları hala kıpırdıyormuş. O vakit onu yatırmışlar, vücudunu ovalamışlar, birşeyler içirmişler. Birden gürlemiş ” İşte! İşte! Köşede!Orada! diye ayağını yere vuruyor ve ulurcasına haykırıyormuş. Zorlukla yatıştırmışlar. Sonra saatler boyu uyumuş ve uyandığında hemen hemen eski haline dönmüş gibiydi”
Nazi Almanya’sında temel olarak iki kuram filizlenmiştir: Donmuş Dünya Kuramı ve İçi Oyuk Dünya Kuramı. Birçok akılda yer edebilmiştir bu kuramlar. Üstelik, Hitler’in askerlik konusunda aldı bazı kararları etkilemiş, kimi zaman savaşın gidişini etkilemiş ve hiç kuşkusuz felaketle son bulmasında rol oynamıştır. Hitler bu kuramların etksine kapılarak ve özellikle insanları bir afete kurban vererek ayıklama düşüncesinin etkisi altında kalarak Alman ulusunu tümüyle yokolmaya sürüklemiştir.
1925 yılının bir yaz sabahında Almanya ve Avusturya’daki bütün bilginlerin evlerine bir mektup gönderildi. Mektup bir ultimatomdu. ” Seçme vakti geldi, ya bizimle ya da bize karşı olacaksınız artık. Hitler politikayı temizleyecek, Horbiger de sahte bilimleri. Ebedi Buzlar Öğretisi Alman halkının yeniden canlanma belirtisi olacak. Hazır olunuz! Vakit geçmeden saflarımıza katılınız!” Bilginleri böyle tehdit eden Hans Horbiger’in öğretisi ebedi buz öğretisi adıyla tanınmaya başlıyordu. Bu, evrenin resmi astronomi ve matematik ile çelişkiye düşen ama eski mitosları doğrulayan bir tür açıklanmasıydı. Bilimin yolu ve yöntemlerinin değişmesi gerekiyordu. Hitler gibi o da “her bilimsel eylemin ön düşüncesinin, kimin bilmesini gerektiğini bilmek” olduğuna inanıyordu. Yalnız peygamber ya da kahin bilgin olmaya kalkışabilir çünkü o, tanrıdan aldığı ilhamla, yüksek bir bilinç düzeyine erişmiştir. Rabelais de ” bilinçsiz bilim ruhun aşınmasıdır” derken bunu söylemek istiyordu. Buradaki bilinçten yüksek bilinci anlıyordu. Peygamber bilmek istediği zaman, işte ancak o zaman belki de bilim söz konusu olabilirdi ama bu da alelade bilimden bambaşka birşeydi. Bunun içindir ki Horbiger’in en ufak bir kuşkuya tahammülü yoktu. ” Siz bana değil de denklemlere inanıyorsunuz ha? Matematiğin değersiz bir yalan olduğunu anlamanız için daha ne kadar zaman geçmesi gerekiyor” diye bağırıyordu. Hans Horbiger yalnız değildi. Hitler ve Himmler de onunla birlikteydi bu yolda. Duvarlar afişlerle kaplanıyor, gazeteler basılıyor, el ilanları dağıtılıyor, mitingler düzenleniyordu. Astronomların toplantı ve konferanslarına baskınlar yapılıyor, partizanlar: ” Geleneksel bilginler kapıdışarı! Horbiger’in ardından gidin!” diye bağırıyorlardı. ” Biz kazandığımız zaman siz ve sizin gibiler kaldırımlarda dileneceksiniz” diye tehditler yöneltiliyordu. İş adamları, sanayiciler birini işe almadan önce ” ebedi buz kuramına inandığıma güvendiğime ant içerim” diye kağıt imzalatıyorlardı. Halk için hazırlanmış bir el ilanında şöyle deniyordu: “Kuzeyli atalarımız kar ve buzda güçlendiler, bunun içindir ki dünya buzuna inanmak, kuzey insanının doğal mirasıdır. Bir Avusturyalı Hitler Yahudi politikacıları kovdu; ikinci bir Avusturyalı Horbiger de Yahudi bilginleri kovacaktır. Kendi yaşantısıyla Führer, bir amatörün bir profesyonelden, bir meslekçiden üstün olduğunu ispatlamıştır. Bize evreni tümüyle tanıtmak için de başka bir amatör evreni tümüyle tanıtacaktır.” Hitler tanrıdan ilham almış bu bilgini büyük bir saygıyla dinliyor ve inancı büsbütün pekişiyordu. Alman milleti dar, zayıf düşürücü, etten ve ruhtan kopmuş batı bilimiyle zehirlenmişti. Psikianaliz, seroloji, ve izafiyet gibi yeni uydurmalar Parsifal anlayışına karşı yöneltilmiş savaş silahlarıdır. Dünya Buzu Öğretisi gereken panzehiri sağlayacaktır. Bu öğreti benimsenegelmiş astronomiyi kökünden siliyordu. Geri kalanı da kendiliğinden çökecekti ve tek dinamik değer olan büyünün yeniden doğması için çökmesi şarttı.
Horbiger’in anlattığı biçimiyle insanlık tarihi, birbirini izleyen tufanlar ve göçlerle, devleri ve köleleriyle, kurbanları ve destanlarıyla, ari ırkı kuramına tıpatıp uymaktaydı. Horbiger düşüncesinin incelikleri, doğumun tufanöncesi çağlar temalarıyla, insan türünün kurtuluş ve cezalandırılma dönemleriyle Hitler’i son derece ilgilendiriyordu. Horbiger’in düşüncesi belirginleştikçe, Nietzsche’nin görüşleri ve Wagner mitologyası ile benzerlikleri de giderek ortaya çıkmaktaydı. Ari ırkının kökeninin başka bir çağda, gezegenimize ve yıldızlara egemen olan üstün insanların yaşadığı çağa dayandığı kanısı iyice yerleşmişti artık.
Horbiger suyun sıvı, buz, katı haline dönüşmesinin astronomiye uygulanışına pek meraklıydı. Bütün evren bilgisini ve bütün astrofiziği de bu yoldan açıklamaya çalışıyordu. Ani ilhamların kendisine, bütün öteki bilimleri kapsayan yepyeni bir bilimin kapılarını açtığını söylüyordu. Horbiger öğretisi, güneş sisteminin oluşmasını, dünyanın, yaşamın ve akılın doğuşunu açıklar. Evrenin bütün geçmişini anlatır ve gelecekte uğrayacağı değişimleri haber verir. Üç temel sorunu cevaplar: Neyiz? Nereden Geliyoruz? Nereye Gidiyoruz?
Horbiger, genel olarak uygarlık tarihi, insanın ve topluluklarının belirmesi ve gelişmesi konusunda tüm bildiklerimizi altüst eder. Bu konuda sürekli bir çıkış değil, bir dizi iniş ve çıkışlar öne sürer. Yüzbinlerce belki de milyonlarca yıl önce tanrı-insanlar, devler, akıl almaz uygarlıklar varmış. Belki biz de bir gün gelecek, ırkımızın o atalarına dönüşeceğiz. Çünkü gök yasaları tıpkı yeryüzü yasaları gibidir ve bütün evren tek bir devinim içerisindedir, orada herşey tek bir canlı organizmadır, herşeyi etkiler. İnsanların serüveni gök cisimlerinin serüvenine bağlıdır, evrende olan, dünyada da olur ve dünyada olan evrende de yenilenir.
Horbiger’e göre bizim gökte gördüğümüz ay, dördüncü uydudur. Küremizin tarihi boyunca üç uydusu daha vardı. Sonunda üzerimize düşmüşlerdi. Bu ay da düşecektir. Ama bu kez daha büyük bir felaket olacaktır. Çünkü bu son donmuş uydu, ötekilerden daha büyüktür. Küremizin tüm geçmişi, türlerin evrimi ve bütün insan tarihçesi, uyduların böyle birbirini izlemesiyle açıklanır. Dört jeolojik dönem olmuştur, çünkü dört uydu vardır. Biz dördüncü zamandayız. Bir ay düştüğünde, önce patlar ve dönüş hızını gittikçe artırarak, kaya, buz ve gazdan bir halka haline gelir. İşte bu halka dünyanın üzerine düşüp dünya kabuğunu örter ve altında ne varsa hepsini fosilleştirir. Normal dönemde gömülen organizmalar fosilleşmez; çürürler. Ancak ayın düştüğü sırada fosilleşirler. İşte bunun içindir ki birinci, ikinci, üçüncü zamanları ayırd edebilmişizdir. Ama sözkonusu, ancak bir halka oluğundan, dünyadaki yaşam yaşam tarihçesi üzerine ancak bölük pörçük belgelerimiz vardır. Belki de çağlar boyu başka hayvan ve bitki türleri doğdu ve yok oldu da jeoloji katmanlarda hiçbir izleri kalmadı.
Uydu yaklaştıktan sonra birkaç yüzbin yıl süreyle dünyanın çok yakınında döner. Yerçekimin gücü çok artar. Oysa yaratıkların büyüklüğünü tesbit eden çekim gücüdür. Ancak taşıyabildikleri ağırlık oranında büyürler. Bunun için uydunun yakın olduğu dönem de bir devleşme dönemidir.
Birinci Zaman Sonu: Koskocaman bitkiler, dev gibi böcekler.
İkinci Zaman Sonu: Diplodoküsler, iguanodonlar, otuz metre boyunda hayvanlar. Ani değimler oluyor çünkü komik ışınlar daha güçlüdür. Ağırlıklarını atmış yaratıklar doğruluyor, ayağa dikiliyor, kafatasları genişliyor, hayvanlar uçmaya balıyor. Belki de ikinci zamanın sonunda dev memeliler türemişti. Ve belki de ilk insan türemişti. Bu, ikinci ayın küremizin yakınında döndüğü dönem, ikinci zamanın sonu, 15 milyon yıl kadar öncesi olmalı. Bu bizim dev atamızın yaşadığı dönemdir. Bazıları ikinci zaman insanının fosilinin Rusya’da bulunduğunu iddia ederler. Bu ikinci ay daha da yaklaşacak, patlayacak ve halka halinde dünyaya düşerek yeni ve uzun bir uydusuz dönemi başlatacaktır. Uzak boşluklarda bir buz oluşumu dünyanın yörüngesine girecektir. Bu dönemde ikinci zaman sonundan ancak birkaç tür hayatta kalmıştır. Bunlar da giderek küçülmektedir. Devler de vardır henüz..
Üçüncü Zaman ayı gökte belirdiğinde daha küçük daha akıllı alelade insanlar türemiştir. Bunlar bizim gerçek atalarımızdı. Ama ikinci zamandan gelme devlerden de felaketten canını kurtarabilmiş olanlar hala vardı ve bizim küçük adamları uygarlaştıranlar bunlar olmuştur. Daha güçlü ve daha yakın iken, tanrılardan, kendisine herşeyi öğretmiş olan devlerden geldiğini biliyordu. Kendisinden önce doğmuş bu üstün kişilerin ona tarım, madencilik, sanat, bilim ve ruh’un işlenmesini öğrettiği bir altın çağı hatırlatıyordu. Mısırlılarla Mezopotamyalılar dev krallarının efsanelerini sürdürüyorlardı. Pasifik yerlileri dinlerinde dünyanın başlangıcındaki o iyi yürekli devlere yer verirler. Bu üçüncü zamanın altın çağı milyonlarca yıl sürmüş ve bu süre içinde küremizin manevi, ruhsal ve belki de teknik uygarlığı doruğuna erişmiştir.
Sarmal eğrisi giderek daralır, üçüncü zaman ayı da dünyaya yaklaşır. Uydunun yerçekimine kapılan sular yükselir ve dokuzyüz bin yılı akın bir süre önce insanlar, hükümdarları olan devlerle birlikte dağların en yüksek doruklarına doğru çekilirler. Bu doruklarda karaları çevreleyen okyanusların tepesinde, insanlar ile üstlerinin kuracakları dünya çapındaki uygarlığını Horbirger ile Bellamy Atlantis Uygarlığı olarak göreceklerdir. Üçüncü zaman sonunda bu dönemin uygarlık merkezlerinden biri de Titicaca Gölü yakınlarındaki Tiahuanaco idi. Bu kentin kalıntıları yüzbinlerce yıl öncesinden kalma ve daha sonraki uygarlıklara hiçbir bakımdan benzemeyen bir uygarlığın izlerini taşır. Horbirgercilere göre orada devlerin de açıklanamayan anıtlarının da izleri besbellidir. Sözgelimi dokuz ton ağırlığında 3 metre yükseklikte, altı yüzünde yuvalar açılmış bir kaya vardır ki mimarlar bunun ne işe yaradığını bür türlü anlayamamışlardır. Bu masalsı kalıntıların ortasında dev gibi heykeller yükselir ki bunlardan ancak bir tanesi La Paz müzesine indirilip bahçesine dikilmiştir. Horbirger’ciler bu heykellerin devlerin yaptıkları kendi portleri olduğuna inanmaktadırlar. Eğer bu taşlar bu üstün insanlar tarafından dikilmiş idiysiler, o halde sanatın insanlara tanrılar tarafından verildiğini söyleyen mitosların kökenini de burada buluyoruz demektir. Andlarda dörtbin metreyi aşkın yükseklikte Tiahuanaco üçüncü zamanın sonunda insanları yöneten devler tarafından kurulan deniz uygarlığının beş büyük kentinden biriymiş. Horbirger’in fikirdaşları orada koskocaman rıhtımlarıyla büyük bir limanın kalıntılarına rastlamıştır. Burası Atlantis olduğuna göre Atlanta’larda dünyayı dolaşmak ve öteki dört büyük merkeze yani Yeni Gine, Meksika, Habeşistan ve Tibet’e ulaşmak için gemilerine bu limanlardan binerlermiş. Böylelikle bu uygarlık bütün dünyaya yayılmış oluyor ki, insanlığın kaydettiği en eski efsaneler arasındaki benzerlik de böyle açıklanabilir. Bilginin son derecesine ulaşmış olan bu insanlarla bu devler bu üçüncü ayın da sarmal egrisinin daraldığını ve uydunun birgün gelip düşeceğini biliyorlardı; ama evrendeki herşey arasındaki ilişkiden haberdardılar, yaratığın evren ile büyülü ilişkilerini biliyorlardı ve herhalde felaketi geciktirmek ve anısı binyıllar boyu süregelecek olan bu Atlantis çağını uzatmak için kimi güçlerini kimi bireysel toplumsal ve teknik enerjilerini ortaya koymuştur. Üçüncü zaman ayı düştüğünde sular da ansızın inecek ama ön etkiler bu uygarlığa önceden zaten karar vermiş olacaktır. Okyanuslar alçalınca beş büyük site bu arada anlardaki Atlantis sitesi de suların alçalmasıyla ortada kalacak havasızlıktan boğulup ölecektir. Kalıntılar Tiahuanacoda daha belirgindir ama Horbirgerciler bunlara başka yerde de rastlandıklarını öne sürerler. Meksikada Toltekler dünyanın geçmişini Horbirger tezine uygun olarak açıklayan kutsal metinler bırakmışlardır. Yeni Gine’de Malekula yerlileri ne yaptıklarını bilmeden eski üstün atayı temsil eden on metre yükseklkte koca koca yontulmuş taşları hala dikmeye devam ederler ve ağızdan ağıza aktarılan efsanaleri de insan türünün yaratıcısı sayar ve uydunun bir gün gelip düşeceğini haber verir. Felaketten sonra Akdeniz devleri Habeşistan’dan inmiş ve efsaneler bu yüksek yaylayı Yahudi kavminin beşiği ve eski bilimlere sahip Saba Melikesinin vatanı yapmış.
Tibet’in ruh alemine dayanan çok eski bilgilerin bir kaynağı olduğu herkesçe bilinir. Horbirgercilerin görüşünü desteklemek istercesine 1957’de Fransa ve İngiltere’de tuhaf bir eser yayınlanır. “Üçüncü Göz” adındaki bu kitapta Lobsang Rampa imzası var. Yazar üçüncü dereceye ulaşmı bir Lama olduğunu öne sürüyor. Belki de nazi şefleri tarafından görevle Tibet’e gönderlmiş Almanlardan biri olabilir. İngiliz gazeteleri Üçüncü Göz’ün yayınlandığı sırada Lobsang Rampa’nın gerçek kimliğini araştırmışlar ama bir sonuca varamamışlardır çünkü resmi haberalma servislerinden ses çıkmamıştır. Ya gerçekten üst dereceye ulaşmış bir Lamaydı ya da 1928 ile Hitler rejiminin son bulması arasındaki dönemde Tibet’e gönderilmiş heyetlerden birine bağlı bir Almandı. Kitabındaki açıklamaların Tibet uzmanlarınca yalanlanmamış olması dikkate değer bir noktadır. Üçüncü Göz kitabında Lobsang Rampa üç büyük Lama metafizikçisinin yönetimi altında Tibet’in gerçek Sır’ının saklı bulunduğu Lhassa’daki bir mahzene inişini anlatıyor: “Garip gravürler ve yazılarla bezenmiş kara taştan üç tabut gördüm. İçlerine bakınca soluğum kesildi. Baş Lama bana: Bak oğlum dedi, henüz dağların olmadığı dönemde onlar ülkemizde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Denizin kıyılarımıza geldiği ve göğümüzde başka yıldızların parıldadığı zamanlarda toprağımızı arşınlıyorlardı onlar. İyi bak çünkü yalnız senin düzeyine erişmiş olanlar görmüştür bunları. Baktım, hem büyülenmiş gibiydim hem de dehşet içerisindeydim. Gözlerimin önünde altınlarla kaplı üç çıplak ceset uzanmıştı. Ama koskocamandı bu vücutlar! Kadının boyu 3 metreyi aşkındı, erkeklerin büyüğü ise 5 metreden az değildi. Tepeye doğru hafifçe koni biçiminde büyük kafaları, dar çeneleri, küçük ağızları ve incecik dudaklardan birinin kapağını inceledim. Pek garip yıldızları gösteren bir gök haritası kazılmıştı.” Ve bu mahzene inişten sonra yine şöyle yazıyor:” Eskiden, binlerce ve binlerce yıl önce günler daha kısa ve daha sıcaktı. Çok büyük uygarlıklar kurulmuştu ve insanlar çağımızdakine oranla daha çok şey biliyorlardı. Dış uzaydan beliren bir gezegen çaprazlamasına dünyaya çarptı. Rüzgarların dalgalandırdığı denizler çeşitli çekim güçlerinin itişiyle karaya boşandılar. Dünya sarsıldı, sular heryeri bastı ve Tibet de sıcak bir ülke, bir deniz ülkesi olmaktan çıktı.”
Horbirgerci arkeolog Bellamy üçüncü zaman ayının düşüşünden önce yer alan felaketlerin izlerine Titicaca gölünün çevresinde çevresinde rastlamıştı: Volkanik küller, ani su baskınlarının getirdiği çökeltiler gibi. Bu, uydunun patlayıp bir halka haline geldiği ve dünyaya düşmeden önce çok yakınında delice birhızla döndüğü zamanlardır. Tiahuanaco çevresinde kalıntılar ansızın terkedilivermiş şantiyelerin oraya buraya dağılmış araç gereçlerin izini taşır. Yüksek Atlantis uygarlığı birkaç bin yıl süren doğal elemanların saldırısıyla zaten yıpranmıştı, çözülmekteydi. Sonra işte, yüzellibin yıl önce büyük felaket olmuş, ay düşmüş, dünya korkunç biçimde bombalanmıştı. Ay çekimi kesildi, okyanuslar bir anda alçalıverdi, denizler geri çekildi. Büyük denizcilik merkezleri olan dağ doruklarının çevresini uçsuz bucaksız bataklıklar kapladı. Hava azaldı, sıcaklık azaldı. Atlantis sulara gömülerek değil, tersine sular tarafından terkedildiği için yok olmuştur. Gemiler dalgalara kapılıp sürüklenmiş, batmış, dışardan yiyecek gelmez olmuş, pek çok insan ölmüş, bilginler de bilimler de ortadan silinmiş, toplum düzeni yokolmuştur. Atlantis uygarlığı toplumsal ve teknik alanda nasıl erişilebilecek en yüksek dereceye erişmiş ise, göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içerisnde de neredeyse hiç iz bırakmadan uçup gidiveriştir. Canını kurtarabilenler ise denizin açığa çıkardığı düzlüklere doğru inmekten başka çaresi kalmamıştır. Ancak binlerce yıl sonra buralarda yararlanılabilir bitki yaşantısı belirmiştir. Dev hükümdarlar saltanatının sonuna gelmişlerdir artık; insanlar yeniden vahşiliğe dönmüştür ve son tanrılarıyla birlikte dünyanın geçireceği o aysız gecelerin derinliğine dalmaktadır.
Milyonlarca yıldan beri bu dünyada yaşayan devler de, sonradan uygarlıklarını yitirmişlerdir. Egemenlikleri altındaki insanlar gene eski yabani haline dönmüştür. Bu düşmüş insanlık gücünü yitirmiş efendilerinin ardından bataklık çöllerinde dağılıp gitmiştir. Bu düşüş yüzelli bin yıl öncesinde oluyor ve Horbirger küremizin yüzotuzsekin bin yıl boyunca uydusuz kaldığını hesaplıyor. Bu çok uzun dönemde son dev hükümdarların egemenliğiği altında yeniden uygarlıklar doğuyor. Kırkıncı ve altmışıncı kuzey enlemi arasında yüksek düzeliklere yerleşiyor ve bu arada üçüncü zamanın o beş yüksek doruğunda da uzak geçmişte kalan o altın çağdan kimi şeyler hala sürüp gidiyor. Demek ki iki Atlantis varmış: dünyanın başka yerlerindeki dört konumuyla birlikte, Andlardaki Atlantis ve ondan çok daha geri kalmış, felaketten çok zaman sonra, devlerin torunları tarafından kurulmuş olan Kuzey Atlantik Atlantis’i. Bu iki Atlantis tezi bütün efsanelere ve eski anlatılara bir anlam verme imkanı sağlıyor. Eflatun’un sözünü ettiği, işte bu ikinci atlantis’tir.
Onikibin yıl önce dünya, bir dördüncü uydu kapıyor: Bugünkü ay’ımız. Yeni bir felaket oluyor. Birincisinden daha küçük olan ikinci Atlantis uygarlığı bir gecede kuzey sularına gömülüp yitiyor. İşte bu, Kutsal Kitap’ta anlatılan tufandır. Horbirgercilere göre Tekvin’deki ve Tufan bölümündeki mitoslar hem anı hem kehanet sayılır çünkü evrensel olaylar yenilececektir. Ve hiçbir zaman açıklaması yapılmamış olan Apokalips(kıyamet) metni de çağlar boyu insanlarca gözlenmiş olan ve Horbirger kuramına uyan o yer ve gök afetlerinin aslına sadık bir aktarmasından başka birşey değildir.
Bu yeni yüksek ay döneminde devler artık yozlaşmıştır. Mitologya, devlerin aralarında giriştiği savaşlarla ve insanlarla devler arasındaki çatışmalarla doludur. Eskiden hükümdar ve tanrı olanlar şimdi göğün altında ezilmiş, bitkin düşmüş, kovulması gereken canavarlar haline dönüşmüşlerdir. Bunlar masallardaki aç gözlü devlerdir. Dünyanın kaptığı buzdan gök cismi çevresinde dönüp durmaktadır. Oniki bin yıldan beri ona adeta tapınırız, anlamını pek bilmediğimi halde bağlanmışıszdır. Hemen hemen her yerde insanlar sönmüş uygarlıkların davranışlarını körükörüne tekrarlıyorlar, nedenini bilmeden dev gibi anıtlar dikiyorlar, eski ustaların eserlerini yozlaşmış bir halde tekrarlıyorlar. Örneğin Malekula’nın dev gibi kocataşları, Kelt menhirleri, Paskalya Adasının heykelleri bugün ilkel diye adlandırdığımız kavimler eski yönetimlerin kurduğu düzenin gereklerini, nedenini anlamadan tekrarlayıp durmaktadırlar.Mısır, Çin ve çok daha sonra Yunanistan gibi kimi yerlerde yokolmuş üstün hükümdarları ana büyük insan uygarlıkları yükselmiştir. Dörtbin yıl süren kültür döneminden sonra Herodotus ve Eflatun çağında Mısır’lılar eskilerin yüceliğinin, sanat ve bilimi doğrudan doğruya tanrılardan almalarına bağlı olduğunu kanıtlıyorlar. Şimdi Batı’da başka bir uygarlık doğmaktadır. İnsancı bir uygarlık: Yahudi Hıristiyan uygarlığı. Küçücük bir uygarlıktır bu. Bir kalıntıdır. Ama sonuna yaklaşmıştır. Artık başka bir çağın eşiğindeyiz. Değişmeler olacaktır. Gelecek,en uzak geçmişe elini uzatacaktır. Dünya yeniden devlere sahne olacaktı. Başka tufanlar, başka kıyametler kopacak ve başka ırklar egemen olacaktır.
İşte Horbirgerin öne sürdüğü tez ve yarattığı, yaydığı tinsel hava budur. Bu tez nasyonal-sosyalist büyünün güçlü bir mayasıdır. 1952’de Elmar Brugg adlı bir Alman yazar şöyle der: ” Ebedi buz kuramı, sadece önemli bir bilimsel kuram değildir. Evren ile bütün dünya olayları arasındaki sonsuz ve çözülemez bağlantıların açıklanmasıdır. İklimlere atfedilen doğal afetleri, hastalıkları, ölümleri, cinayetleri hep evrensel olaylara bağlar ve böylece insanlığın ilerlemesi için bilime yepyeni kapılar açar.” Horbirgere göre insanlık sanıldığından da daha uzaktan ve daha yükseklerden geliyor ve kaderi de çok yüksek olacaktır. Hitler bu kaderin gerçekleşmesi için dünyaya gelmiştir. Yüklenmiş olduğu görev politika ve yurtseverlik alanın çoktan aşmıştır. Birgün gelecek Almanya’da bile milliyetçilik denen şeyden pek iz kalmayacak. Dünyaya yalnız evrensel bir efendiler ve ustalar topluluğu egemen olacaktır. İnsanlığın kaderi sıradan insanların kaldıramayacağı kadar yüksektir. Bunu ancak birkaç erişmiş kişi kavrayabilir. Toplum da evren de, ruhların ve yıldızların devinimi arasında bir bağlantı bulunduğu yasasına boyun eğer. Hitler düşüncesinin temeli işte budur. Hitler’in siyasal planlarını anlamak ancak ard düşüncelerini ve insanın evrenle büyülü ilişkileri bulunduğuna olan inancını bilmekle mümkün olabilir. Bir bakıma Horbirger ile nazi düşünürleri bilimin yöntem ve yönünü değiştirmek isterler. Onu zorla geleneksel yıldızbilimiyle (astroloji) bağdaştırmaya çabalar. Bundan sonra Reich’ın sonsuz maddi zenginleşme alanında görünüşte ne yapıldıysa aslında hep bu anlayışa dayanmıştır: çünkü bir kez çark döndürülmüştür artık, tüm bilimlerin temelinde bir gizli bilim, bir büyü vardır. Bu “Kuzey Bilimi” bir içrek bilimdir daha doğrusu kaynağı gizli bilimlere dayanır. Evren ile büyülü ilişki halideyiz ama unutmuşuz. İnsan ırkının bundan sonraki değişimi bu ilişkilerin bilincine varmış yaratıkları türetecektir. İçinde bulunduğumuz çağda ikinci, üçüncü zamanların ve dördüncü zamanın çeşitli dönemlerinden gelme türler dünya üzerinde bir arada yaşamaktadır. Kimi türler bir yozlaşmanın izlerini taşır, kimi de geleceğin habercisidirler.İnsan bir ve tek değildir. İnsanlar devlerin soyundan gelmiyorlar. İnsanlar devlerden sonra yaratılmışlardır. Ama bu ortalama insanlık da tek tür değildir. Bir gerçek insanlık vardır ki, gelecek dönemi yaşayacaktır, evrensel güçlerin dengesinde rol oynayabilecek ruhsal organlarla donatılmıştır ve gelecekteki “Yüce Bilinmeyenlerin” yönetiminde destan yaratacaktır. Ve bir insanlık daha vardır ki ancak bir görünüşten ibarettir, insanlık adına layık değildir. Üçüncü zaman uydusunun düşmesinden sonra, ani bir değişimle doğan bu yaratıklar insanı taklit eder ve kıskanırlar ama insan türünden değildirler. Şu halde onu yok etmek insanlığa karşı suç işlemek sayılmaz. O, doğal düzene yabancı bir yaratıktır.
Nisan 1942’de Goering, Himmler ve Hitler’in onayıyla düzenlenmiş bir araştırma heyeti büyük bir gizlilik içinde Reich’dan ayrılır. Bu heyetin üyeleri en iyi radar uzmanlarıdır. Kızılötesi ışınlar üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Heinz Fischer’in yönetiminde Baltık denizindeki Rügen Adasına çıkarlar. En gelişmiş radarlarla donatılmışlardır. Oysa o dönemde bu araçlar henüz pek seyrektir ve ancak Alman savunmasının can alıcı noktalarına yerleştirilmiştir. Ama burada girişilecek gözlemler donanma genelkurmayınca, Hitler’in bütün cephelerde kalkışmaya hazırlandığı saldırı açısından birinci derecede önemli sayılmaktadır. Fischer adaya varır varmaz radarları 45 derece açıyla gökyüzüne çevirtir. Görünürde seçilen yönde varlığı saptanaak hiçbirşey yoktur. Sefere katılan öteki üyeler bunun bir deneme olduğunu sanıyorlar. Radarların birkaç gün hiç yön değiştirmeden böyle tutulması onları çok şaşırtıyor. O zaman işin iç yüzünü öğreniyorlar. Hitler dünyanın dışbükey değil içbükey olduğuna inanmaktadır; Yani biz kürenin dışında değil içinde yaşıyoruz! İşte bu araştırma kurulunun amacı da bu gerçeği bilimsel olarak ispatlamak. Düz çizgi halinde yayılan radar dalgalarının yansımasıyla kürenin içinde, çok çok uzaktaki noktaların görünümü elde edilecektir. Seferin ikinci amacı da Scapa Floe da demirlemiş ingiliz filosunun görüntülerini yansıma yoluyla elde etmektir. Palomar dağı gözlemevinden Kuiper 1946’da bu “Oyuk Dünya Öğretisine” ilişkin bir dizi yazı yayınlamıştır. Nazi ileri gelenleri, askeri uzmanlar dünyanın içi dolu bir küre, bizim de yüzeyinde olduğumuzu doğrudan doğruya inkar etmişlerdir. Onlara göre biz, sonsuza dek uzanan bir kayanın içine gömülü bir kürenin içinde yaşıyoruz. İçbükey düzeye yapışmışız. Gökyüzü bu kürenin ortasındadır. Yıldız sandığımız parlak ışık noktalarıyla mavimtrak bir gazdır. Yalnız ay ve güneş vardır ama onlar da astronomların söylediğinden çok çok daha ufaktır.
Oyuk dünya öğretisi 19. yüzyıl başlarında Amerika’da doğmuştur. Öncüsü Cleves Symnes adında emekli yüzbaşıdır. Bu dünyada herşeyin, kemiklerin, saçların, bitki köklerinin vb.içinin boş olduğuna göre gezegenlerin de öyle olması gerektiğini ve bu arada sözgelimi dünyada birbiri içine geçmiş beş kürenin varlığını öne sürer. Bunların tümünün de hem içinde hem dışında yaşanabilir ve tümünün de kutuplarında geni delikler vardır ki buradan her kürede oturanlar içeri dışarı her istediklerinde girip çıkabilirler. Ölümünden sonra onun fikirlerini savunanlar onun görüşlerine eklemeler getirmişlerdir. Buna göre, yitirilmiş on israil kavmi kürelerin en dışındakinin iç yüzeyinde ve hala hayattadır. 1870 de başka bir Amerikalı, Cyrus Read Teed de dünyanın oyuk olduğunu iddia etmiştir. Teed çok okumuş biriydi özellikle simyada uzmanlaşmıştı. 1860’da laboratuvarında çalışırken ve İşaya’nın kitapları üzerinde düşünürken bir ilham geliverdi. Dünyanın üzerinde değil içinde yaşadığımız içine doğmuştu. Bu görüşü eski efsaneleri de desteklediğinden yeni bir din yarattı ve Ateşten Kılıç diye bir dergi çıkartarak öğretisini yaymaya çalıştı. 1894’de dörtbini aşkın taraftar toplayan dininin adı Koreşizm idi.
Bu oyuk dünya kavramı her çağda ve her yerde izine rastlanan bir efsaneye bağlanabilir. En eski dinsel edebiyat eserinde dünyanın kabuğunun altında ölülerle ruhların yaşadığı apayrı bir dünyadan bahsedilir. Eski Sümerlilerin ve Babil’lilerin destan kahramanı Gılgameş atası Utnapiştim i ziyarete giderken, dünyanın ta derinliklerine iner ve Orpheus’da Eurydike’nin ruhunu yerin dibinde arar. Ulysses batının sınırlarına ulaştığında eskilerin ruhları yerin derinliklerinden çıkıp ona öğüt vermeye gelsin diye kurban adar. Pluton dünyanın dibinde ölülerin ruhları üzerinde hüküm sürer. İlk hıristiyanlar mahzenlerde toplanır, lanetlenmiş ruhların yer altı mağaralarında yaşadığına inanırlar. Avrupa foklorları yerin altında canavarları yaşatırlar ve Japonlar da adalarının altında derinlerde tüyleri kabardıkça depremlere yol açan bir ejderhanın varlığını hayal eder.
Hitler öncesinde kurulmuş olan Vril adlı gizli cemyetin üyeleri bizimkinden üstün ruhsal güçlere sahip yaratıkların dünyanın merkezindeki mağaralarda yaşadığını ve bir gün oradan çıkıp bize egemen olacaklarını benimser. 1914 savaşı sonunda genç bir Alman havacısı Bender bu öğretiye inandı ve Hohl Welt Lehre’yi (Oyuk Dünya Öğretisi) kurdu. Bender’e göre dünya geleneksel coğrafyanın belirttiği boyuttadır, ancak içi boştur ve yaşam kimi güneş ışınlarının etkisiyle iç yüzeye yapışıktır. Ötesi sonsuz kayadır. İçerideki hava katmanı altmış kilometreye kadar çıkar, sonra seyrelir seyrelir, mutlak boşluk haline dönüşür ki burada üç cisim vardır: Güneş, ay ve hayal evren. Bu hayal evren astronomların yıldız diye adlandırdıkları ışık taneciklerinin parıldadığı mavimtrak bir gaz yuvasıdır. Bender’in bu kuramı 1930lara doğru daha da yayıldı ve tutuldu. Ancak Rügen Adası seferinden sonra Bender’in fikirleri nazi ileri gelenlerinin gözünde azalmıştı. Horbirgerciler ebedi buzun egemen olduğu büyük evrenden yana olanlar baskın çıktı. Bender bir toplama kampına atıldı ve orada öldü. Bu seferden epeyce zaman önce Horbirgerciler Bender’le alay ediyor ve oyuk dünyayı savunan eserlerin yasaklanmasını istiyorlardı. Horbirgerin sistemi geleneksel evrendoğum boyutlarına uyar ve hem ateş ile buzun sonsuz savaşı sürdürdükleri evrene, hem de sonsuza kadar uzanan bir kaya içine sıkışmış oyuk dünyaya aynı zamanda inanma imkanı yoktur. Hitler’den hakemlik yapması istenir. Verdiği karşılık üzerinde düşünmeye değer: “Tutarlı bir dünya kavramına hiç ihtiyacımız yok bizim. Her iki tarafta haklı olabilir”. Önemli olan görüş birliği ve bağdaşması değil, mantıktan doğmuş sistemlerin yokedilmesi, akli düşünce sistemlerinin silinmesidir; önemli olan gizemci dinamizm ve önsezinin patlayıcı gücüdür. Büyü anlayışının ışıldıyan karanlıklarında birden çok kıvılcıma yer vardır.
Ne kadar tuhaf görünürse görünsün, Hitler ilerlediği yerde soğuğun gerileyeceğine inanmıştı. Bu inanç Rusya seferini yürütmesinin nedenlerini kısmen açıklayabilir. Bütün gezegende aylar hatta yıllar öncesinden hava tahmini yapabileceklerini iddia eden Horbirgerciler, nispeten tatlı bir kış haber vermişlerdi. Ama birşey daha vardı: Ebedi Buz savunucularıyla birlikte Hitler de soğuk ile sıkı bir bağdaşması olduğuna ve Rusyanın karlı düzlüklerinin yürüyüşünü geciktiremeyeceğine yürekten inanmıştı. İnsanlık onun yönetiminde yeni bir ateş dönemine girecekti. Giriyordu. Kış onun ateş taşıyan lejyonlarının karşısında dize gelecekti. Hitler askerlerinin donanımına her zaman özellikle önem verdiği halde Rusya seferine çıkarken erlere ek giyim olarak ancak bir boyun atkısıyla bir çift eldiven dağıttırmıştı. Ve Aralık 1941’de ısı birdenbire sıfırın altında kırk dereceye düştü. Tahminler yanlış çıkmıştı, kehanetler gerçekleşmiyordu, yıldızlar haklı insandan yana çalışmaz olmuşlardı. Artık buzdu ateşi yenen. Otomatik silahlar durdu, yağları donmuştu. İnsanlar ölüyordu. Askerler ihtiyacını gidermek için toprağa çömeldiğinde anüsü donmuş olarak yığılıveriyordu. Hitler, sır dünyası ile gerçek dünya arasındaki bu ilk anlaşmazlığa inanmak istemedi. General Guderian idam edilmeyi göze alarak Hitler’e durumu bildirme ve geri çekilme emrini almak için Almanya’ya gitti. “Soğuk” dedi hitler, “benim işimdir. saldırın”. Böylece Polonya’yı onsekiz günde ve Fransa’yı bir ayda yenmiş olan zırhlı birliklerin tümü, Hitler’in “Ölümsüzlerim” diye adlandırdığı o dehşet verici fatihler, rüzgarla biçilmişti, buzdan yanıp kavrulmuş ve soğuk çölünde yok olup gidiyordu. Niçin, sır evreni dünyadan daha gerçek olsun diye.
Bu büyük ordudan arta kalanlar da sonunda pes etmek ve güneye doğru çekilmek zorunluluğunu duydu. Ertesi ilkbahar birlikler Kafkasyayı istila ettiğinde garip bir tören yapıldı. Üç SS dağcısı en yüksek dağın doruğuna çıkarak Kara Tarikat uyarınca kutsanmış gamalı haçlı bayrağı diktiler. Bu, yeni bir çağın başlangıcı olacaktı. Artık mevsimler boyun eğecek ve ateş binyıllar boyu buzu yenecekti. Geçen yıl büyük bir hayal kırıklığı olmuştu ama bu ancak bir sınamaydı, manevi zafere ulaşmadan önceki son sınama. Ve klasik meterologların kışın geçen seneki kıştan da daha korkunç olacağını haber vermelerine rağmen birlikler Rusya’yı ikiye bölmek için yeniden kuzeye ve Stalingrad’a doğru yola çıktılar. Stalingrad’dan sonra Hitler artık peygamber değildi. Dini yıkılmıştı. Stalingrad sadece askeri ve siyasal bir yenilgi değildir. Tinsel güçlerin dengesi değişmiş, çark tersine dönmüştür. Ulusal yas ilan edildi ama bu yas uluşu aşmıştı. Goebbels: “Anlıyor musunuz? Yenilgiye uğrayan bütün bir düşünce, bütün bir evren anlayışıdır. Tinsel güçler yenilecektir, hüküm saati yaklaşmakta” diye yazıyordu.
Herşeyin yitirildiğinin apaçık belirdiği bir anda Hitler’in umutsuzca, çılgınca direnmeyi sürdürmesi ancak Horbirgercilerin öngördüğü tufanın beklenişi olarak açıklanabilir. Durum belki insan imkanlarıyla düzeltilemezdi ama bir yol vardı, Tanrıları gazaba getirmek! Tufan tüm insanlık için bir ceza olarak gelecekti. Karanlıklar dünyayı saracak ve herşey sular altında boğulup gidecekti. Speer dehşet içinde diyor ki:” Hitler herşeyi de kendisiyle birlikte yok etmek için bile bile uğraşıyordu. Artık kendi yaşamının sonunu herşeyin sonu olarak düşünen bir insandan başka birşey değildi.” Goebbels son gazete yazılarında ülkesini yerle bir eden düşman bombardımanlarını heyecanla selamlıyor “Yok olmuş kentlerimizin kalıntıları altında budala 19.yüzyılın eserleri gömülü kalacak.” Hitler artık ölümü egemen kılmıştır: Almanya’nın baştanbaşa yakılıp yıkılmasını öngörüyor, tutsakları idam ettiriyor, eski doktorunu mahkum ediyor, eniştesini öldürtüyor, yenik düşen askerlerin öldürülmesini istiyor ve kendisi de mezar gibi sığınaklara iniyor. Trevor Hoper şöyle yazıyor: “Hitler ve Goebbels Alman ulusunu şehirlerini ve fabrikalarını yıkmaya, kanallarını ve köprülerini uçurmaya, demiryollarını ve bütün taşıtlarını feda etmeye çağırıyor, hem de efsane uğruna, tanrıların çöküşü uğruna.” Hitler kan istiyor, son birliklerini de bile bile feda ediyor: “Kayıplar hiçbir zaman yeterince yüksek değil” diyor. Kazananlar Almanya’nın düşmanları değil, dünyayı boğmak, insanlığı cezalandırmak için harekete geçmiş evrensel güçlerdir; insanlık cezalandırılacaktır çünkü buzun ateşten baskın çıkmasına göz yummuştur. Gökler öcünü alacaktır. Ölürken büyük tufanı çağırmaktan başka yapacak şey yoktur. Hitler suya bir kurban veriyor: Berlin metrosunu sular altında bırakılmasını buyuruyor ve oraya sığınmış 300.000 kişi ölüyor. Bu bir tür büyüdür: Böylece yeryüzü ve gökyüzündeki kıyamet güçleri harekete geçecektir. Goebbels yeraltı sığınağında karısıyla çocuklarını öldürüp intihar etmeden önce bir yazı yazıyor, bu veda yazısına: ” Bu, nasıl olsa olacaktı” diye başlık koyuyor. Facianın dünya değil evren çapında oynandığını söylüyor..” sonumuz bütün evrenin sonu olacaktır.”
Nasyonel sosyalizmin altında yatan bir tür gizli topluluk varsayımı yavaş yavaş gelişti. Bu gizli doğmalarla yönetilen Mein Kampf ve 20.yüzyıl mitosu öğretilerinden çok daha geliştirilmiş bir topluluktu ve dağınık izleri pek göze çaprmamakla birlikte nazileri inceleyen kimi uzmanlar tarafından varlığından kuşku duyulmayan törenleri vardır. Sözkonusu olan tek bir gizli cemiyet değildir. Burada daha çok, çok yönlü bir inanç, birbirine iyi bağlanmamış çeşitli inançlar sözkonusudur. Önemli olan bir gizli ateşi uyanık tutmaktır, onu besleyecek herşey benimsenebilir. Bu durumda artık imkansız diye yoktur. Doğal yasalar ertelenmiştir, dünya akışkan hale gelmiştir. SS komutanları Manş denizinin atlaslarda belirtilenden çok daha az geniş olduğunu öne sürüyorlar. Onlara göre tıpkı ikibin yıl öncesinin hindu bilgelerine ve 18.yüzyılın piskopos Berkeley’ine göre olduğu gibi, evren bir hayalden başka birşey değildir ve yapısı bazı sır’lara erişmiş kişilerin düşüncesiyle pekala değiştirilebilir.
1923 sonbaharında Münih’te garip biri öldü: Ozan, tiyatro yazarı, gazeteci ve bohemdi. Kendisine Dietrich Eckardt dedirtiyordu. Akciğerleri iperit gazından yanmıştı ve komaya girmeden önce kara bir göktaşının önünde pek kişisel dua etti:” benim kabe taşım” dediği bu taşı uzay yolculuğunun yaratıcılarından prof. Obert’e vasiyet etmişti. Ölüyordu ama Thule cemiyeti yaşantısını sürdürecek ve çok geçmeden dünyayı da dünyanın yaşamını da değiştirecekti. 1920’de Dietrich Eckardt ile Thule cemiyetinin bir başka üyesi Alfred Rosenberg Hitler’le tanıştılar. Üç yıl boyunca Alman ordusunun bu küçük onbaşısının yanından ayrılmayacak, onun düşünce ve davranışlarını yöneteceklerdir. Eckardt hem hitlerin manevi eğitimini üzerine almıştı hem de ona konuşmayı öğretiyordu. Eğitimini iki alanda geliştirmekteydi: Gizli öğreti ve propaganda öğretisi. İkinci alanda Hitler ile yaptığı kimi söyleşileri “Musadan Lenine Bolşeviklik” başlıklı ilginç bir broşürde anlatmıştır. 1923’de Eckardt nasyonal sosyalist partinin yedi kurucusundan biri oldu. Ölürken dedi ki:” Hitler’in ardından gidiniz. O dansedecektir ama müziği besteleyen benim. O’na ‘Onlarla’ ilişki kurma imkanlarını verdik. Bana da acımayın, çünkü tarihi en fazla etkileyen Alman ben olacağım.”
Thule efsanesinin kökü, Cermanizmin doğuşuna dayanır. Bu kuzeyde yitmiş bir adaydı. Atlantis gibi Thule’de sulara gömülmüş bir uygarlığın büyülü merkezi imiş. Eckardt’a göre Thule’nin bütün sırları yitirilmiş değildi. İnsan ile dış akıllar arasında aracı yaratıklar, bu sır’a erişmiş kişiler için öyle bir güç kaynağı hazır tutuyorlardı ki bu güç kaynağı Almanya’yı dünyaya egemen kılacak, onu geleceğin üstüninsanlığının, insan türünün değişimlerinin habercisi yapacaktı. İşte Eckart ile Rosenbergin Ari öğretilerinin kaynağı bu idi ve bu, Hitler’in medyum ruhuna bir büyülü sosyalizmin peygamberleri tarafından işlenmişti. Ama Thule cemiyeti henüz yeterince güçlü bir makine sayılmazdı. Çok kısa zamanda başka etkiler altında ve başka kişilerin yardımıyla çok daha garip bir araç, gerçeğin niteliğini değiştirebilecek bir araç haline dönüşecektir. Görünmeyen ile ilişki halinde bir gizli cemiyet olacak ve nazizmin büyülü merkezi haline gelecektir.
Gizli bilimlerde, gizli güçlerle ilişki kurduktan sonra grup üyeleri ancak bir büyücünün aracılığıyla bu güçleri çağırabilirler ve bu büyücü de bir medyum olmaksızın birşey yapamaz. Burada sanki Hitler medyum, Karl Haushoffer de büyücü idi. Medyumun ardında tek bir insan değil, herhalde bir grup, bir enerji bütünü, bir büyülü merkez vardır. Hitler salt nasyonal sosyalist öğretiden çok daha ürkütücü güçlerin ve öğretilerin etkisi altındaydı. Kendisininkinden çok daha büyük, durmadan onu aşan bir düşüncenin halka, çalışma arkadaşlarına ancak basitleştirilmiş kırıntılarını anlatıyordu O. Hitler dr Delmasın deyimiyle “güçlü bir çınlatıcı, münih davasında yargılanmakla övünen bir “davul”du ve her zaman da davul olarak kalmıştır. Gene de ancak şartlar elverdiğince, dünyaya egemen olma hayaline ve tanrı-insannın biyolojik seçim yoluyla yaratılmasına yönelmiş hırsına hizmet edecek kadarından yararlanmıştır. Ama bir başka düş, bir başka çılgınlık daha vardır: Bütün gezegende yaşantıyı değiştirmek. Kimi zaman bu düşüncesini açıyordu. ” Benim hakkımda hiçbirşey bilmiyorsunuz, parti arkadaşlarım peşimi hiç bırakmayan hayaller ve öldüğüm zaman hiç olmazsa tememllieri atılmış olacak o görkemli yapı hakkında en ufak bir düşünceye sahip değiller. Dünya bir dönüm noktasına ulaşmıtır. Sizler anlayamazsınız ama gezegen altüst olacaktır. Olup bitenler, yeni bir dinin doğuşunu çoktan aşmaktadır.
Haushoffer Münih üniversitesinde profesörken Rudolf Hess de asistanıydı.Haushoffer ile Hitler’i birbirine tanıştıran Hess’tir. Başarısızlıkla sonuçlanan ayaklanma üzerine Hitler Landhurstt cezaevine kapatıldı. Karl Haushoffer onu hergün görmeye gidiyor, yanıbaşında saatlerce kalıyor ve kuramlarını geliştiriyordu. Hess’le başbaşa kalınca Hitler Haushoffer’in tezleri ile Rosenbergin tasarılarını, dış propoganda açısından Mein Kampf için hemen kaleme aldırıyordu. Karl Haushoffer 1869’da doğdu.Hindistan ve uzakdoğuya birçok kez gitti. Ona göre Alman ulusunun kökeni Orta Asyadaydı ve dünyanın sürekliliğini, yüceliğini soyluluğunu sağlayan Hind-Cermen ırkıydı. Japonya’da Karl Haushoffer en önemli gizli budist cemiyetlerden birine alınmış ve görevinin başarısızlığa uğraması halinde törensel biçimde inthar etmeye and içmiştir. 1914’de genç general Haushoffer, olayları önceden haber vermedeki olağanüstü yeteneğiyle göze çarptı. Düşmanın saldıracağı saati, mermilerin düşeceği noktaları, fırtınaları, hakkında hiçbirşey bilmediği ülkelerdeki siyasal değişimleri hep önceden söylüyordu. Hitler, birliklerin Paris’e gireceği tarihi, ablukayı ilk zolayacakların Bordeaux’ya geliş tarihini doğru olarak haber vermişti. Ren bölgesinin işgaline karar verince, Almanlar dahil Avrupa’nın tüm uzmanları Fransa ve İngiltere’nin direneceğine inanıyorları. Hitler ise direnmeyeceklerini önceden bilmişti. Roosevelt’in ölüm tarihini de önceden söyleyecektir.
Sembol olarak da Gamalı Haçı seçen büyük ihtimalle Karl Haushoffer’di. Asya’da olduğu gibi Avrupa’da da svastika (gamalı haç) her zaman büyülü bir işaret sayılagelmiştir. Üçgenden, daireden ve hilalden farklı olarak svastika insanlığın her çağında ve dünyanın her yerinde, her defasında başka bir sembol olarak yeniden yaratılacak bir işaret değildir. Belirli bir niyetle çizilmiş ilk işarettir bu. En eski izine Transilvanya’da rastlanmış. Önemli olan bir nokta: Bütün Sami yöresinde,Mısır’da, Kalde’de, Asur’da, Fenike’de ya hiç bilinmemekte ya da rastlantı sonucu görülmektedir. Salt Ari bir semboldür bu. 1908’de Guido List Svastikayı bir katıksız kan sembolü olarak tanımlıyor. Tibet sağa ya da sola bakan gamalı haçın en çok kullnıldığı bölgelerden biridir. Thule cemiyetinin akrabası olan Yeşil Ejderha cemiyetinin kökeni Tibet’tir. Berlin’de ‘Yeşil Eldivenli Adam’ diye tanınan ve basında üç kez, Reichstag’a giren Hitlerci milletvekili sayısını önceden doğru tahmin eden Tibetli bir keşişi Hitler sık sık ziyaret ediyordu. Gizemcilerin iddiasına göre Agarti Krallığını açan anahtar bu keşişdeydi. Mein Kampf(Kavgam) yayınlandığı sırada Rus Ossendovskinin’de “İnsanlar, Hayvanlar ve Tanrıları”ı yayınlanıyordu. Bu kitapta Şamballah ve Agarthi’nin adları ilk kez resmen açıklanmaktaydı. Yaşamı değiştirmeyi düşleyen nasyonel sosyalist partisinin 7 kurucusu bu kara güçler tarafından yönetildiklerine ruhen ve bedenen emindirler. Onları birleştiren and ve enerji, güven, talih kaynağı olarak yaslandıkları mitos bir Tibet efsanesine dayanır. Otuz-kırk yüzyıl önce Gobi’de büyük bir uygarlık varmış. Bir felaket, belki de bir atom felaketi sonucu Gobi çöl haline dönüşmüş ve canını kurtarabilenlerden kimi Avrupa’nın kuzey ucuna kimi de Kafkasyaya doğru göçmüşler. Kuzey efsanelerindeki tanrı Thor işte bu göçenlerden bir kahramanmış.
Thule grubunun liderleri bu Gobi göçmenlerinin insanlığın temel ırkını, Ari soyunu oluşturduğuna inanıyorlardı. Haushoffer kaynaklara dönüşü yani Doğu Avrupa, Türkistan,Pamir, Gobi ve Tibet’i ele geçirme gereğini savunuyor, öğretiyordu. Onun gözünde bu bölge “ruh-ülkelerdi” ve bu bölgeye hakim olan dünyaya egemen olurdu. Haushoffer’e aktarılan bilgiye göre, Gobi felaketinden sonra yüksek uygarlığın ustaları, bilgiyi elinde tutanlar, Dışarıdaki Akıllıların Oğulları, Himayaların altında uçsuz bucaksız bir mağaralar topluluğuna yerleşmişler. Bu mağaraların ortasında ikiye bölünmüşler. Biri “sağ el yolunu” öteki “sol el yolunu” izlemiş. Birinci yolun merkezi, gizli iyilik sitesi, dünyadan uzak durma tapınağı, düşünce ve gözlem yurdu Agarti imiş. İkincisi ise güçleri doğaya, insan yığınlarına hükmeden ve insanlığın “zamanın menteşesine” ulaşmasını hızlandıran şiddet ve iktidar sitesi Şamballah’tan geçiyormuş. Halklara öncülük eden büyücüler için, bağlılık andı içerek ve kurbanlar vererek Şamballah ile bir uzlaşmaya varmak imkanı varmış.
Avusturyada Edelweiss grubu 1928’de yeni bir mesihin doğduğunu haber veriyordu. İngilterede Horbirger öğretisi adına, ışığın Almanya’ya ulaştığı ilan ediliyordu. Kimi ingiliz büyükleri herşeyden önce manevi bir tehlike, bir cehennem dininin habercisi olarak gördükleri bu çığıra karşı kamuoyunu uyarmaya çabalıyorlardı. 1926’da Berlin ve Münih’te küçük bir Hindu ve Tibet kolonisi yerleşti. Rusların Berlin’e girdiği sırada cesetler arasında Himayalar ırkından gelme Alman üniforması giymiş kimliği ve rütbesi bulunmayan bin kadar ölüm gönüllüsüne rastlandı. Hareket yeterli mali imkanları bulur bulmaz Tibet’e heyetler göndermeye başladı ve bu 1943’e kadar aralıksız sürdü. Thule grubu üyeleri dünyanın maddesel egemenliğine sahip olacaklar, bütün tehlikelere karşı korunacaklar ve bin yıl, gelecek tufana kadar eylemlerini sürdüreceklerdi. Uzlaşmayı bozacak bir hata işleyecek olurlarsa kendi kendilerini öldüreceklerine ve insanları kurban edeceklerine and içmişlerdi. Bohemya katliamının (750.000 ölü) büyülü nedenlere dayandığı anlaşılıyor. Mayalardan nazilere kadar insan kurban etmenin büyülü anlamı buydu. 14 mart 1946’da Haushoffer eşi Matha yı öldürdükten sonra Japon geleneği uyarınca intihar ediyordu. Mezarına hiçbir anıt hiçbir haç dikilmedi. Oğlu Albrecht’in Hitlere karşı düzenlenen suikaste karışanlarla birlikte tutuklanıp Moabit kampında idam edildiğini geç öğrenmişti. Albrecht’in kanlı ceketinin cebinde el yazısıyla birlikte şiirler bulunmuştu: “babam kötülüğün soluğunu duymadı, şeytanı dünyaya salıverdi” diyordu.
Hitler’in bir tür insanüstü enerjiye sahip olduğu, bunu karşısındakine sezdirdiği ve bu enerjinin kaynağının ancak bizim ruh bilimimiz dışında kalan bir güç olabileceği söylenir. Başlangıçta Hitler, şiddetli bir yurtseverlik ve toplumculuk tutkusuna kapılmış alelade bir insandır. Hayalleri sınırlıdır. Birdenbire, sanki bir mucize olmuş gibi, ileri atılır, her tuttuğu işi başarır. Ama enerjilerinin yayılmasına aracılık eden bu medyumun, enerjinin genişliğini ve yönünü anlaması ille de şart değildir ki! Kendinin olmayan bir havayla dans eder o. 1934’e kadar, attığı adımların doğru olduğunu sanır. Oysa, oyun havasına tam olarak ayak uyduramamıştır. Gizli Güçlerden yararlanmasının yeterli olduğunu sanır. Oysa Gizli Güçlerden yararlanılmaz, Gizli Güçler sizden yararlanır, onlara hizmet edilir. Böylelikle Hitler’ın ulusçu ve toplumcu sandığı eylem, gizli öğretiye daha sıkı sarılmış bulunmaktadır. Hitler’in biyolojik değişim tutkusuna tam olarak ne gün kapıldığını söyleyebilmek güçtür. Bu tutku, aslında nazi hareketinin bağlanmış olduğu o gizli öğretinin çeşitli yönlerinden, ancak birisidir.
S.S. örgütünden doğrudan doğruya Himmler sorumlu kılınmış ve onu gerçek bir dinsel tarikat gibi düzenlemiştir. Hiçbir zaman olduğu gibi açıklanamayan öğretinin, olağan insan güçlerini aşan güçlere duyulan mutlak bir inanca dayandırıldığı anlaşılıyor. Önemli olan nokta şudur ki, Hitlerci parti yön değiştirdiği yani gizli öğreti yoluna girdiği andan itibaren, artık ulusçu ve siyasal bir hareketten söz edemeyiz. Gerçi temalarda genel olarak bir değişme yoktur ama kalabalıklara aşılanan düşüncelerin ardında bambaşka amaçlar yatmaktadır. Artık işitilmemiş bir hayalin gerçekleşmesinden başka hiç bir şey sözkonusu değildir. Eğer Hitler’in eline, o saplantısına Alman ulusundan daha iyi hizmet edebilecek bir ulus geçmiş olsaydı, Alman ulusunu feda etmekte bir an duraksamazdı. Daha doğrusu o, bir grubun saplantının aracısıdır. Eğer boyun eğdiği esrarlı görev ondan emretseydi, yalnız kendisinin değil, hem ulusunun, hem de tüm insanlığın mutluluğunu, hiç sakınmadan feda edebilirdi.
Hitler diyor ki: ” Size bir sır vereyim. Ben bir tarikat kuracağım. İşte, dünyanın merkezi olacak ölçü-adam, Tanrı-İnsan oradan çıkacaktır. Tanrı-İnsan, yaratığın gözkamaştırıcı örneği. Ama henüz açıklamama izin verilmeyen başka şeyler de var.” Kara Tarikat, bütün üyelerini, dünyadan ayırıyor. Temel kuram ve araçları bilenler, S.S.’lerin ancak birkaç, yüksek rütbeli subayıyla büyük şefleriydi. Üyeler, evlenmeden önce izin istemek zorundaydılar, ayrı ve çok sert bir yargılama yetkisine giriyorlardı, sivil otoritenin yetkisi dışındaydı onları yargılamak. Tarikat yasaları dışında, onların hiçbir ödevi, özel yaşantısı yoktu.» Napola denen apayrı bir seminerde eğitime başlıyorlardı. Burada «ölümü karşılamayı ve vermeyi öğreniyorlardı herşeyden önce. Bağlılık andı içiyorlar ve «geri dönülmez, insanüstü bir kadere giriyorlardı. Ve biliyorlardı ki partiden atılacak kişi yalnız kendi canını yitirmekle kalmayacak, ailesinin, karısının ve çocuklarının da ölümüne yol açacaktır. S.S.’lerin sert yasaları böyleydi.
İşte burada dünya dışına çıkmış oluyoruz. Artık ölümsüz Almanya’da ya da nasyonal sosyalist devlette değil, Tanrı-insanın gelişinin büyülü hazırlığındayız. S.S.’lerin tarikata alınış türeni, Toton Şövalyeleri tarikatındaki kabul törenini yakından andırır. Bu törene, yapıldığı Marienburg şatosundaki Remter salonunun son derece gergin ve olağanüstu havasından dolayı «Yoğun Hava Töreni» de deniyordu! Lewis Spence gibi kimi gizli bilim araştırmacıları, bunu salt iblis geleneğinde bir tür kara âyin olarak görürler. Buna karşın, kimi de, «Yoğun Hava»yı, katılanların tümüyle sersemlettiği bir an olarak yorumlarlar. Bu iki tez arasında, daha gerçekçi ve dolayısıyla daha gerçekdışı bir yoruma da yer vardır.
Geri dönülmez, Vazgeçilmez kader: Ölü kayasından ömür boyunca ayırmak üzere tasarılar hazırlanmıştı. SS leri ‘insan benzerlerinin’ dünyasından ömür boyu ayırmak üzere tasarılar hazırlanmıştı. Dünyanın her yanına dağılacak siteler, köylerde sadece tarikatın otoritesinin geçerli olması düşünülmüştü. Ama himmler ile ‘kardeşlerinin’ daha geniş bir hayali vardı: Dünya egemen SS devletlerinden örnek alacaktı. Burgonya egemen devleti ordusuyla, yasalarıyla, parasıyla SS örnek devlet olacaktı. Bu devlet Fransız isviçre’sini, Picardie, Champagne, Franche-Comte Hainaut ve Luxembourg bölgelerini kapsayacaktı. Yalnız SS hüküm sürecek ve dünya , SS dünya anlayışının uygulandığı bu devlet karşısında hayranlık duyacak, gözleri kamaşacaktı. Geleceğin toplum düzeni nasıl olacaktı? Bir efendiler sınıfı olacak, hiyerarşik olarak sıralanmış parti üyelerinden bir grup olacak, sonra da adsız halk yığınları, hizmetkar toplulukları sonuna kadar buyruk altında kişiler olacak ve bunların altında ise boyun eğdirilmiş yabancılar ve çağdaş köleler olacak. Ve bunların tümünün de üzerinde yepyeni bir yükseksoylu sınıfı ki henüz bunu açıklamaya kimse yetkili değildir.
Kara Tarikatin eylemi hiçbir siyasal ya da askeri ihtiyaçtan doğmuş değildir. Tümüyle büyü gereğidir, gizli güçlere dayanır. Toplama kampları, aslında bir simgesel davranış, bir makettir. Tüm halklar kökünden kopartılıp alınacak, koskocaman bir göçebe kavim haline, rahatça yoğurulabilecek bir hammadde haline dönüştürülecektir. Gizli öğretinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:”Canlı varlık olarak tek şey vardır: Evren ya da Dünya. İnsan dahil, bütün öteki yaratıklar, bunun çeşitli biçimlerinden, yönlerinden başka bir şey değildir. Bizi çevreleyen, saran ve bizim aracılığımızla başka biçimler hazırlayan bu “Yaratığın” bilincine varmadıkça bizler de canlı sayılmayız. Evren ruhunun tanrılarca bize aktaracakları buyruklarına dikkatle kulak verelim.”
Ahnenerbe ataların mirasını incele kurumu idi. Kurucuları arasında Haushoffer ile sıkı ilişki halinde bulunan İsveç’li gezgin ve araştırmacı Sven Hedin’de bulunuyordu. Uzak doğu uzmanı olan hedin Tibet’te uzun süre yaşamış ve nazi gizli bilgi öğretilerinin yerleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Himmler 1935’de kuruluşlarından iki yıl sonra Ahnenerbe’yi Kara Tartikat’a bağlı bir resmi örgüt haline getirmiştir. Örgütün amaçları şöyleydi:«Hind cermen ırkının doğduğu yerleri, anlayışını, eylemlerini, mirasını araştırmak ve bu araştırmaların sonucunu halka, ilgi çekici biçimde aktarmak.» Almanya Ahnenerbe’nin araştırmalarına Amerika’nın ilk atom bombasının yapımına harcadığından daha çok para harcamıştır. Bu araştırmalar tam anlamıyla bilimsel etkinlikten, gizli din uygulamalarının incelenmesine, tutsaklar üzerinde canlı canlı yapılan açımlardan (teşrih) gizli cemiyetlerin ispiyonlanmasına kadar uzanıyordu. Amacı İsa’nın kutsal zümrüt vazosu Saint-Graal’i çalmak olan bir sefere girişmek üzere Skorzeny ile pazarlık edilmiş ve Himmler doğaüstü alanında araştırmalar yapmak, bilgi edinmekle görevli bir özel servis kurmuştu. Ahnenerbe’nin düzenlediği raporların listesi oldukça çarpıcıdır. Rose Croix cemiyetinin varlı, Ulster’de harp çalgısının kaldırılmasındaki sembolcülük, Eton’un gotik kuleleriyle silindir şapkalarının gizli anlamı v.b. gibi. Ordular Napoli’den çekilmeye hazırlanırken Himmler, Hohenstoffen’lerden gelmiş son imparator mezar taşının unutulmaması için özel emirler vermektedir. 1943’de Mussolini’nin düşüşünden sonra, Reichsfuhrer, Duce’nin nerede tutak edildiğini öğrenebilmek için Almanya’nın en büyük altı falcısını Berlin dolaylarındaki bir köşkte toplamıştır. Genelkurmay toplantıları bir yoga egzersiziyle başlar. Tibet’de doktor Scheffer aldığı emir gereğince Lama manastırlarıyla ilişki kurar. Bilimsel incelemeler için ‘Ari’ atlarıyla, balı özel erdemlere sahip ‘Ari’ arılarını Münih’e getirir. Bu gizli öğretinin varlığından haberdar olmadıkça nazi liderlerinin davranışlarına anlam verme imkanı yoktur. Yaşamı değiştirmek ve başka bir yoldan ölümle karıştırmak istemilerdi. Bu uğurda ülkenin tüm gençliğini kurban ettiler, tanrılara insan kanından bir okyanus sundular. batı uygarlığından nefret ediyorlardı. Onlar efendi olacak bin yıl egemenliklerini sürdüreceklerdi., çünkü onlar büyücülerden, yarı-tanrılardandılar.
bunlar hic duymadgm seyler, hangi kitaptan acaba? lutfen ismini soylermisiniz))
Yazdiklariniz icin hic kaynak belirtmemissiniz. Daha cok uydurma oykulerle corba yapmissiniz.